Farklı iç ve dış gündem sağanağında sürekli ıslanmak zorunda kaldığımız ülke siyasetin de bırakın fırtınayı, tipiye yakalandığımız son gelişme Amerika ziyareti.
Durulacak gibi de görünmüyor. Çünkü her biri başlı başına tartışma yaratacak çok fazla başlık var.
Hele ABD dışişleri bakanının, büyükelçinin ve başkanın sarf ettiği cümlelerin yenilir yutulur olmadığı ortada.
Ancak şaşırtıcı değil. Ve bu muamelelerin sebebi yapmadığımız çalışmalar yani kendimiziz.
Çünkü ABD/Batı’nın, Doğu’yu, tahakküm altına alıp, sömürgeleştirmek için kullandığı ve anlama, algılama ve de tanımlamaya dayalı ‘oryantalist’ (şarkiyat/doğu bilimi) yapılanmasının karşıtını yani ‘oksidentalist’ (garbiyat/Batı bilimi) yapılanmayı gerçekleştiremedik.
Bu nedenle tanımıyoruz ABD/Batı’yı.
Tanımaya dayalı yapılanmalar ve belirlenmiş kriterler olmadığı için de her aşağılayıcı hamlelerinden sonra dağılıyor ve bir kör döğüşü yaşıyoruz. (Tabii ideolojik birliktelik, gönüllü teslimiyet ve işbirlikçilikleri hariç tutuyorum.)
Batı’nın din, dil, bilim, kültür, sanat, tarih, düşünce gibi geniş bir alanda Doğu’yu derinlemesine incelemek olarak tanımlanan Oryantalizm’in temelinde zaten üstten bakan kibirli bir tavır vardır. (1962-71 arası Türkiye’deki Barış Gönüllüleri küçük bir örnek, sonrasında masum (!) sayısız STK’larla geniş bir ağ oluşturuldu.)
Bu nedenle son ziyarette bir kere daha netleştiği gibi ABD ile teslimiyetçi ilişkileri analiz etmeden, derinlere inmeden, geçmişi hatırlamadan sadece bugünün penceresinden değerlendirmek, popülist kolaycılığa sapıp gerçekleri ıskalamayı da beraberinde getirir.
İnsan sormadan edemiyor, istenen bu mu, sürekli kavga/kaos içinde kalıp, dünyaya kör kalmamız mı diye?
Dolayısıyla kılcallarımıza kadar nüfuz etmiş emperyalizmin, aynı muameleleri tekrar edeceğinden hareketle, meseleye kısır siyasi kazanımlar açısından bakarak, onu yaptı bunu söyledi ile değil, önce ABD/Batı’nın zihniyetinden bakmak,sonra da kendimize ayna tutmak gerekir.
Ayna tutulduğunda dün ve bugün yani hangi dönemde olursa olsun ülke müesses nizamının, iktidarlarının adeta ‘celladına âşık olmak’ deyimini ispatlayacak ölçüde ABD’ye yönelik büyük bir hayranlığı hatta tapınmasının olduğu görülecektir.
***
Devam edeyim…
ABD’nin, ataları Avrupa’dan aldıkları ve kendileri dışındaki bütün yerli halkları yok etme duygularının kaynağı olan sahip olma hakkının geliştirilerek ‘sahiplik ideolojisi’ne dönüşmüş halinde 3 temel sütun vardır, bunlar; üstün uygarlık, din (Hristiyanlık) ve ırkçılık anlayışıdır.
Irkçıdır, çünkü Batılı beyaz ırklar dışındaki diğer ırkları/toplumları, uygarlaştırma ve Hristiyanlaştırma objesi olarak gören anlayışın ırkçılık içermemesi mümkün değildir.
Dolayısıyla ırkçılık, uygar(laştırmacı)lık ve Hristiyan(laştırmacı)lık yani misyonerlik, ABD/Batı emperyalizminin altın üçgenini ifade etmektedir. Özellikle ırkçılık gizli/açık şekilde bütün emperyalist politikaların tamamlayıcısıdır (*).
Bunun için ABD/Batı ve İsrail’in yaptığı soykırımlara ve tarihine bakmak yeterlidir.
ABD’nin bugün bütün yeryüzünü misyon alanı olarak gören küresel güvenlik ve emperyal stratejisinin temelini anlamak için, kurucu başkanları Jefferson, Roosevelt ve Amerikalı A. Beveridge’e bakmak yeterlidir.
100 yıl önce Amerikalı siyaset adamı Beveridge ne demişti;
“Tanrı… Amerikan halkını, dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere seçilmiş ulus olarak göstermişti. Amerika’nın yüce görevi buydu. Tanrı Amerikan halkını, dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, halkça bir barışın koruyucuları olarak atamıştı. Tanrı Efendi’nin kutsanmış ulus Amerika için verdiği yargı, ben seni pek çok şeyin üzerinde yönetici yapacağım olmuştur…’’
Tevrat’ı ve Siyonistleri bilenler açısından tanıdık gelmiştir bu cümleler.
Peki, baba Bush, 11 Eylül’den sonra kendi zorba politikalarına karşı çıkması muhtemel ülkelere; ‘’Yeni Haçlı seferleri başlamıştır ya bizimlesiniz ya da onlarla" derken, bu üçlü sütunu yani altın üçgeni yani misyonerliği ilan etmiş olmuyor mu?
Daha ne desin adamlar?
Yani Türkiye’nin her açıdan mahkûm bırakıldığı ve hepimizi derinden yaralayan hak etmediği muamelelerine maruz kaldığı ABD, böyle bir zihniyete sahip bir ülke ve şimdi başında bu zihniyetin vücut bulmuş hali var.
Bu duruma nasıl gelindi sorusuna verilecek cevaplar, ne yapılabilir sorusunu anlamlı kılabilir ancak…
***
(*) Siyaset ve Toplum Dergisi, Sayı;2, Sh.10
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ümit CAN
Altın Üçgen ve Türkiye!
Farklı iç ve dış gündem sağanağında sürekli ıslanmak zorunda kaldığımız ülke siyasetin de bırakın fırtınayı, tipiye yakalandığımız son gelişme Amerika ziyareti.
Durulacak gibi de görünmüyor. Çünkü her biri başlı başına tartışma yaratacak çok fazla başlık var.
Hele ABD dışişleri bakanının, büyükelçinin ve başkanın sarf ettiği cümlelerin yenilir yutulur olmadığı ortada.
Ancak şaşırtıcı değil. Ve bu muamelelerin sebebi yapmadığımız çalışmalar yani kendimiziz.
Çünkü ABD/Batı’nın, Doğu’yu, tahakküm altına alıp, sömürgeleştirmek için kullandığı ve anlama, algılama ve de tanımlamaya dayalı ‘oryantalist’ (şarkiyat/doğu bilimi) yapılanmasının karşıtını yani ‘oksidentalist’ (garbiyat/Batı bilimi) yapılanmayı gerçekleştiremedik.
Bu nedenle tanımıyoruz ABD/Batı’yı.
Tanımaya dayalı yapılanmalar ve belirlenmiş kriterler olmadığı için de her aşağılayıcı hamlelerinden sonra dağılıyor ve bir kör döğüşü yaşıyoruz. (Tabii ideolojik birliktelik, gönüllü teslimiyet ve işbirlikçilikleri hariç tutuyorum.)
Batı’nın din, dil, bilim, kültür, sanat, tarih, düşünce gibi geniş bir alanda Doğu’yu derinlemesine incelemek olarak tanımlanan Oryantalizm’in temelinde zaten üstten bakan kibirli bir tavır vardır. (1962-71 arası Türkiye’deki Barış Gönüllüleri küçük bir örnek, sonrasında masum (!) sayısız STK’larla geniş bir ağ oluşturuldu.)
Bu nedenle son ziyarette bir kere daha netleştiği gibi ABD ile teslimiyetçi ilişkileri analiz etmeden, derinlere inmeden, geçmişi hatırlamadan sadece bugünün penceresinden değerlendirmek, popülist kolaycılığa sapıp gerçekleri ıskalamayı da beraberinde getirir.
İnsan sormadan edemiyor, istenen bu mu, sürekli kavga/kaos içinde kalıp, dünyaya kör kalmamız mı diye?
Dolayısıyla kılcallarımıza kadar nüfuz etmiş emperyalizmin, aynı muameleleri tekrar edeceğinden hareketle, meseleye kısır siyasi kazanımlar açısından bakarak, onu yaptı bunu söyledi ile değil, önce ABD/Batı’nın zihniyetinden bakmak, sonra da kendimize ayna tutmak gerekir.
Ayna tutulduğunda dün ve bugün yani hangi dönemde olursa olsun ülke müesses nizamının, iktidarlarının adeta ‘celladına âşık olmak’ deyimini ispatlayacak ölçüde ABD’ye yönelik büyük bir hayranlığı hatta tapınmasının olduğu görülecektir.
***
Devam edeyim…
ABD’nin, ataları Avrupa’dan aldıkları ve kendileri dışındaki bütün yerli halkları yok etme duygularının kaynağı olan sahip olma hakkının geliştirilerek ‘sahiplik ideolojisi’ne dönüşmüş halinde 3 temel sütun vardır, bunlar; üstün uygarlık, din (Hristiyanlık) ve ırkçılık anlayışıdır.
Irkçıdır, çünkü Batılı beyaz ırklar dışındaki diğer ırkları/toplumları, uygarlaştırma ve Hristiyanlaştırma objesi olarak gören anlayışın ırkçılık içermemesi mümkün değildir.
Dolayısıyla ırkçılık, uygar(laştırmacı)lık ve Hristiyan(laştırmacı)lık yani misyonerlik, ABD/Batı emperyalizminin altın üçgenini ifade etmektedir. Özellikle ırkçılık gizli/açık şekilde bütün emperyalist politikaların tamamlayıcısıdır (*).
Bunun için ABD/Batı ve İsrail’in yaptığı soykırımlara ve tarihine bakmak yeterlidir.
ABD’nin bugün bütün yeryüzünü misyon alanı olarak gören küresel güvenlik ve emperyal stratejisinin temelini anlamak için, kurucu başkanları Jefferson, Roosevelt ve Amerikalı A. Beveridge’e bakmak yeterlidir.
100 yıl önce Amerikalı siyaset adamı Beveridge ne demişti;
“Tanrı… Amerikan halkını, dünyanın dinçleştirilmesine öncülük etmek üzere seçilmiş ulus olarak göstermişti. Amerika’nın yüce görevi buydu. Tanrı Amerikan halkını, dünyanın gelişmesini emanet ettiği halk, halkça bir barışın koruyucuları olarak atamıştı. Tanrı Efendi’nin kutsanmış ulus Amerika için verdiği yargı, ben seni pek çok şeyin üzerinde yönetici yapacağım olmuştur…’’
Tevrat’ı ve Siyonistleri bilenler açısından tanıdık gelmiştir bu cümleler.
Peki, baba Bush, 11 Eylül’den sonra kendi zorba politikalarına karşı çıkması muhtemel ülkelere; ‘’Yeni Haçlı seferleri başlamıştır ya bizimlesiniz ya da onlarla" derken, bu üçlü sütunu yani altın üçgeni yani misyonerliği ilan etmiş olmuyor mu?
Daha ne desin adamlar?
Yani Türkiye’nin her açıdan mahkûm bırakıldığı ve hepimizi derinden yaralayan hak etmediği muamelelerine maruz kaldığı ABD, böyle bir zihniyete sahip bir ülke ve şimdi başında bu zihniyetin vücut bulmuş hali var.
Bu duruma nasıl gelindi sorusuna verilecek cevaplar, ne yapılabilir sorusunu anlamlı kılabilir ancak…
***
(*) Siyaset ve Toplum Dergisi, Sayı;2, Sh.10