SON DAKİKA
Hava Durumu

'Bir kalbin taşıyabildiği kadar'

Yazının Giriş Tarihi: 23.07.2025 16:00
Yazının Güncellenme Tarihi: 23.07.2025 16:13

Güzel ve Çirkin, kızımla en sevdiğimiz masallardan biridir. Sevginin en derin hâlinin, görünene değil, özü görebilme cesaretine dayandığı anlatılır.

Geçenlerde filmini tekrar izleyip bitirdiğimiz sırada, kızım bana dönüp şöyle dedi: “Bu filmi ilk izlediğimizde, bana Küçük Prens kitabında geçen bir cümleyi söylemiştin…”

"Birini güzel olduğu için sevmezsin ki, sen sevdiğin için güzel olur o. Onu güzel yapan sensin, senin sevgin”.

O gece kızım uyuduktan sonra, cümleler kafamın içinde durmadan tekrarlandı. Sevgi ya da nefret, algımızın inşa ettiği bir illüzyonu besler. Sevdiğimiz ya da sevmediğimiz kişilere geçmişimizle ördüğümüz bir filtreden bakarak onları ya idealleştirir ya da çarpıtırız. O ayna, iç dünyamızın izdüşümüdür. Peki o aynada önce kendimizi görmeyi denesek…

Bu düşüncelerin içinden minik bir öykü kurguladım. Hikâye, bir aynayla başlıyor. Çünkü kim olduğumuzu görmeden, kimi sevdiğimizi anlayamayız. Hikâyede kimse başlı başına 'Güzel ve Çirkin' değil. İkisinin de içinde, aynaya bakmaktan kaçan birer güzel ve çirkin var.

Tanıştırayım: Defne ve Aras.

Buyurun, okumaya...

***

Bir Kalbin Taşıyabildiği Kadar

Defne yine aynı rüyayı görmüştü. Bir aynanın yansımasında yalnızca gözler netti. Geri kalan her şey bulanıktı. Ve arkasında, yüzünü seçemediği bir adam. İkinci, üçüncü derken, artık bir çeşit ayna nöbetine dönüşmüştü rüyası. Rüyadan sonra uyuyamadığı için sabaha karşı dalmış, zar zor uyanmıştı. Sunum için erkenden çıkması gerekmişti. Reklamcı ve yalnız yaşayan bir kadındı Defne. Hem yaratıcı hem detaycıydı; fikir üretmekte ve insanlardan uzaklaşmakta bir hayli hızlıydı. Çoğu kişi için, biraz tuhaf ama yaratıcı dehasıydı. Sunum başarıyla geçmişti. Ekip arkadaşlarından biri “Yine döktürdün Defne!” diye omzuna hafifçe vurdu. Defne gülümsedi, onay almak değil, kaçmak istiyordu. Zihninden, rüyasından, aynadan…

Bilgisayarını toplarken, telefonuna bir bildirim düşmüştü: “Yemek Atölyesi – 19:30’da görüşmek üzere!” Defne için mutfak, dinlenme şekliydi ve ondan hiçbir şey istemeyen tek yerdi. Tariflere sadık kalmaktansa uydurmayı severdi. O nedenle, bu atölyeye geliş sebebi yeni tarifler uydurmaktı. Diğer taraftan kimsenin kimseyi tanımadığı bir yerde nefes almak istemişti. Bir süreliğine biri olmaya çalışmadan sadece “olmak”.

Yemek atölyesi, grafitilerle dolu duvarları ve mozaik taşlı kaldırımlarıyla bohem bir ruha sahip, renkli ve huzurlu bir sokaktaydı. Dışarıdan bakıldığında küçük bir kafe zannedilebilirdi. Tezgâhlar ikili düzenlenmişti. Defne, içeri adım attığında gözleri boş bir istasyon aradı. Salonun sonundaki, ikili tezgâhtan birinde yerini aldı.

Defne, yanındaki tezgâhta duran adamın yüzüne baktı. Yüzünde fazla mimik yoktu. Ama bir duruşu vardı. Sınırları önceden çizilmiş bir harita gibi. Adam başını kaldırdı. Göz göze geldiler. O an çok kısa sürdü. Defne, gözlerindeki tanıdıklığı hemen hissetti.

Aras ise, dışarıdan kimsenin kolayca fark edemediği, sadece Defne’ye özgü o ritmi ilk anda sezmişti. Aras’ın aksine, Defne’nin yüzündeki duygular hemen okunurdu, keşfedilmeyi bekleyen, sürekli değişen bir harita gibiydi…

Aras için bu atölye bir prova yeriydi. Kafe açma hayali vardı; kendi menüsünü ve disiplinini kurmak istiyordu.

Defne, önlüğünü bağlarken kısa bir tanışma için, “Ben Defne” dedi.

Adam başını hafifçe kaldırdı ve “Aras,” diye yetindi.

İkisi de gözlerini bir milim bile fazla kaçırmamaya özen gösterdi. Tanıdık gelen bir şeyi bastırır gibi. Kısa bir sessizliğin ardından Defne, konuşmak için bahane ararcasına, “Pek konuşkan biri değilsin galiba” dedi.

“Hayır” dedi Aras. “Az ve öz konuşurum. Sözler, gereksizse fazlalık yapar.”

Bu kez bahane arama sırası Aras’taydı, sözlerine ters düşercesine, “Dağınık çalışıyorsun” dedi.

Defne, Aras'a karşı hissettiği tanıdık hissi bastırmak istercesine kaçmaya yer arar gibi “Buraya yemek yapma stilimden karakter analizi yapmaya gelmedin herhalde?” dedi.

“Belki de...” diye yanıt verdi Aras, ama Defne’deki kaçma isteğini çoktan fark etmişti. Aras için kaçmaya çalışanı durdurmanın en keskin yolu sessizliğe bürünmekti. Birkaç hafta boyunca, kelimelere ihtiyaç duymadan, göz göze gelmeden yan yanaydılar. Defne, Aras’ın sakin duruşunda, kontrolü bırakmaya çekinen bir adamın izlerini artık açıkça görüyordu. Aras ise Defne’nin hareketlerinde, stres ve kaosa karşı düşük toleransını fark etmişti. O anlarda biraz saçmalasa da özünde gösterişten uzak, filtresiz doğal bir kadın vardı. Ona ne zaman yaklaşmak istese, kendine ördüğü koruyucu his buna engel oluyordu. Bu duvarları yıkmak için çaba göstermektense, Defne’nin hep o duvarlara dayanmasını hatta bu mesafeyi yumuşatmaya çalışan gölge misali bir rol oynamasını istiyordu.

Defne'nin yalnızca bir gözden ibaret olarak gördüğü o rüya, bir gece Aras’ın suretiyle vücut buldu. Defne bu rüyadan sonra, kendini tamamen bırakmıştı. Çok geçmeden yakınlaştılar. Bu yakınlık, içlerindeki yaralı çocukların birbirlerine sessizce yaslanma biçimiydi.

Aralarındaki dil, kelimelerden öte bir uyumdan ibaretti. Sohbetlerinde birbirlerini tamamlayışları, nefis bir yemeğin iç içe geçmiş tatları gibiydi. Ama uzun sürmüyordu. Bu durum, her yakınlaşmanın uzaklaşmayı beraberinde getirdiği duygu okuma serüvenine dönmüştü.

Aras, Defne’nin cömertçe sunduğu sevgisini görmek yerine, duymak istediklerini duyamadığında her duygunun altına bir niyet gizliyor, olmayan anlamları varmış gibi büyütüp adına farkındalık dediği senaryolarla Defne’yi yargılayıp uzaklaşıyordu. Kendi zihninde tasavvur ettiklerini Defne’nin üzerine yansıtıyordu. Ama her geri adımda, kendi içinde iyileştiremediği o kırık çocuğun sesi daha çok yükseliyordu. Defne ise, Aras’a olan sevgisinden ötürü her mesafede biraz daha yaklaşıyordu. Artık Aras ne isterse, Defne oradaydı. Aras sustuğunda, Defne duymaya çalıştı. Aras uzaklaştığında, Defne yaklaşmayı görev bildi. Aras çekildikçe, Defne kendisini suçlayarak aşırı telafi edici bir hâle büründü.

Defne, kendi içinde iyileştiremediği o kırık çocuğa dokunma şeklini, Aras’ın içindeki yaralı çocuğa iyi davranmaya çevirmişti. İkisi de basitliğin huzurunu kaçırdıkları için, farkındalıkları hastalık gibi bedenlerini sarıp ruhlarını yormuştu.

Yalnızlıklarına rağmen kavuşamıyorlardı. Kaybedenler Kulübü filmindeki o meşhur repliği hatırlatırcasına: “Bunca insan yalnızken, neden bunca insan yalnız?” Oysa sevgileri, tüm fiziksel ve içsel kusurları kucaklayacak bir haldeydi…

Aras’ın, Defne ile yaşadığı anlaşmazlıklarda her fırsatta kendisini iletişime kapatması, artık Defne’de bir uyanışa dönüşmüştü. Onu, bir kalbin taşıyabildiği kadar sevmişti. Fakat tek bir tarafın duygusal stratejileriyle dönüyordu çark. Defne, fazla empatiden dolayı yavaş yavaş kendisinin dışına doğru savrulmaya başlamıştı.

Atölye'nin son günüydü. İkisi de önlüklerini çıkarmaya koyulurken Defne usulca Aras’ın tezgâhına yaklaştı. Çantasından bir zarf çıkarıp hiçbir şey söylemeden tezgâha bıraktı. Sonra da çıkıp gitti. Söylenememiş sözler kâğıda dökülmüştü…

“Aras, hani çok karıştırılır ya şu -de eki. Ayrı mı yazılır, bitişik mi diye. Oysa kelimeye aidiyet anlamı katınca, bitişik yazılır. Ne güzel özetliyor aslında yan yanalığı… Birlikte olmayı, ait olmayı. Biz niye hep ayrı yazılıyoruz biliyor musun? O “-de” eki, cümleden çıkarıldığında cümlenin anlamında önemli bir değişiklik olmuyorsa ayrı yazılır, yani olsa da olur olmasa da… Senin beni her susturuşunda, ben böyle hissediyorum. Öyle bir noktaya geldim ki, kendimden bile ayrı yazılıyorum artık. Ne kadar çabalarsam çabalıyım kendimi çemberin içinde dönen bir fare gibi görmeye başladım. Ferit Edgü’nün bir sözü vardır, bilirsin: “Ne kadar kısa yaşıyoruz, ne uzun ölüyoruz!” İşte ben uzun uzun ölüyor gibiyim. Tekrar kendimi hatırlamam lazım, yoksa seni kafamda durmadan yücelteceğim. Sana olan sevgim, zamansız zamanda yaşamaya devam edecek…”

...

-Aylar sonra-

...

Defne, aynada yalnızca kendisini gördüğü bir rüyanın sabahına uyanmıştı. Bir yabancıya bakar gibi değil, uzun zaman sonra kendine kavuşur gibi.

Evden çıkarken telefonuna bir mesaj geldi:

“Selam Defne, bir kafe açtım, yemeklerini kendim yapıyorum. İstersen birlikte yeni tarifler uydurabiliriz. İsmi “ZamanArasında” ve “-de” eki bitişik…”

***

"Gerçek bir son diye bir şey yoktur. “Son”, sadece hikâyeyi anlatmaya ara verdiğimiz yerdir."

Frank Herbert

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar (0)
Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.