İsraf eden /müsrif, aklını selimleştirmeyen, aklıselim sahibi olmayan, “kendisini şeytan çarpmış”, yani iblis egemen kişilik sahibidir.
Halk dilinde, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesi durumuna, “şeytan çarpması” denmektedir. Örneğin, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, “şeytan çarpmış” olarak nitelenmektedir. Halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân’da sözü edilen “şeytan çarpması” ile bir ilgisi yoktur. Halk arasında “şeytan” sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal olarak “şeytan çarpması”nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
Kur’an’ın bildirdiği şeytan çarpması, Bakara/275-281. ayetlerde tanıtılmış olan şeytânî karakterdeki kişilerin bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytan çarpmış demektir. Şeytanın çarptığı bir kişi ise;
* Allah’a karşı gelir.
* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.
* Haksız /hukuksuz kazanç peşinde koşar.
* Bilmediği şeyleri konuşur.
* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.
* Savurgandır.
* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.
* Birilerine hep aldanmıştır.
* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.
* Dönektir.
* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.[2]
Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle içindeki ya da dışındaki şeytan tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, “Onu şeytân çarpmış”, “Onu şeytân oyununa getirmiş, aklını azaltmış, akılsızlığa düşürmüş” şeklinde nitelenirler.
Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler de, aslında varlıklarını şeytanın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara/279’ daki ifade ile, “Allah ve Elçisi’ne savaş açmış” kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, Bakara/279. ayetin bulunduğu Bakara/261-281. ayetlerin bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım (sadaka, infak) ile muhtaçları sömürü (ribâ/faiz) arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.
2. Allah, Hayırda Ağırdan Alan /Zarar Veren /Kusur Oluşturan /Emanete İhanet EdenleriSevmez
“Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve zaman kaybına neden olan /hayırda ağırdan alan /zarar veren /kusur oluşturan(küllü keffârin esîm) kimseleri sevmez.” (Bakara/276)
Bu ayette geçen “sevgi”, “mahk”, “riba”, “keffâr” ve “esîm” kavramları ile Yüce Allah, insanlığa çok önemli mesajlar vermektedir. Yüce Allah, sözlükte “bir şeyi iptal etmek, bereketini gidermek, helak etmek, ısının bir şeyi yakması, malın telef olması, hayrın eksik olması, belirsiz hale gelmek, bozmak, silmek, kazımak, kökünden söküp atmak, yok etmek, iptal etmek, azalmak, ayın görünmez olması ve zail olmak” anlamlarına gelen mahk sözcüğünün faizle olan ilişkisini belirlemektedir.
Bakara/276 ve Âl-i İmrân/141’de geçen bu kelimeye, faizle ilgili olarak “mahvetmek, tüketmek”; kâfirlerle ilgili olarak da “helâk etmek” manası verilebilir. Faizle ilgili anlamı ekonomiyi; kâfirlerle ilgili manası da sosyolojiyi, yani toplum bilimi ilgilendirmektedir. Ekonominin kurdu olan faiz ve dinin kurdu olan inkâr ile ilgili değerlendirmelerinde Yüce Allah bu kavrama yer vermektedir.
Ayette yer alan kavramlardan biri de ribâ kavramıdır. İsim olarak alındığında ribâ sözcüğünün tamamen olumsuz bir mana ifade etmesine karşılık, fiil kalıbında kullanıldığında olumlu mana da ifade edebilmesidir. Bu ayette Yüce Allah sadakayı bereketlendirdiğini rebâ fiilinin şimdiki zaman kalıbıyla ifade etmektedir. Demek ki, ribânın fiil kalıbının faili Allah olunca ve sadakayı tümleç olarak alınca, olumlu mana kazanmakta ve bereketlendirip artırma manasına gelmektedir. Ayete dikkat edilirse, ribânın isim kalıbı ile fiil kalıbının yanyana gelmiş olduğu görülecektir.
Ayette geçen üçüncü kavram “sevgi”dir. Yüce Allah’ın, sevgisini kimlerden esirgediğini anlamak için, ayetin dördüncü ve beşinci kavramlarına bakmak gerekir. Bunlar, inatçı nankör manasına gelen keffâr ile günâhta ısrar eden anlamına gelen esîm kavramlarıdır. Keffâr, “örtmek ve inkâr etmek” anlamlarına gelen kefera fiilinden türemiştir. Burada davranıştaki, inançtaki veya tavır koymadaki şiddeti ifade eden kalıpta kullanılmıştır. Biz keffâr kelimesine, “inkâr” değil “nankör” manası verdik. Nankörlüğünde şiddetli olduğu için de, “inatçı nankör” demeyi uygun bulduk. Esîm sözcüğü ise “günâhta ısrar eden, öğüt dinlemeyen, tövbe etmeyen ve gerçeğe dönmeyen” anlamlarına gelmektedir.[3] Yüce Allah, haram kılmasına, fayda ve zararlarını açıklamasına rağmen faiz yemeye devam eden kimseye bu sıfatı vermektedir.
Ayetin sonunda “inatçı nankörleri ve günahta ısrar edenleri”Yüce Allah’ın “sevmediği” açıklanmaktadır.
3. Allah, Hangi Tür Olursa Olsun İhaneti Gerçekleştiren Hâinleri(el-hâinîn) De Sevmez
(a) Allah, Hâin Kimseleri(el-hâinîn) Sevmez
“Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri(el-hâinîn) sevmez.” (Enfâl/58)
Enfâl/58. ayette yer alan “el-hâinîn” sözcüğü, “h-v-n” kökünden ism-i fail olan “hâin” kelimesinin çoğulu olup “hainler” anlamındadır. “H-v-n” fiilinin mastarı “hıyânet”tir. Bu kökten gelen sözcükler Kur’an’da 16 kez geçer.[4]
Hıyânet ve “nifâk” anlam olarak birdir, yalnız;
- “Hıyânet /hâinlik” sözleşme ve emanet baz alınarak söylenirken,
- “Nifâk” ise, din baz alınarak söylenir.
Bu iki sözcük anlam olarak birbirinin içine giren bir mana taşımaktadır. Hıyânet “sözleşmeyi gizlice bozmak suretiyle hakka muhalefet etmek”tir.
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçi’ye ihânet etmeyin(lâ tehûnû). Yoksa üstlendiğiniz kendi emanetlerinize bile bile ihânet etmiş olursunuz(ve tehûnû).” (Enfâl/28)
“Allah, kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun aşağılık karıları idiler. Sonra onlara hainlik ettiler(hânetâhüma).” (Tahrim/10)
“Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi /sözcüğü yerlerinden / öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik(hâinetin) görürsün.” (Mâide/13)
Yüce Allah’ın bu üç ayetinde sözcük bu anlamdadır.
Enfâl/57-59. ayetlerde Elçi Muhammed’e, ihanet edenlere ibret-i âlem için yapılması gereken işlemler öğretilmektedir:
Hainler savaşta yakalanırsa, ibret için onlarla birlikte arkalarındaki kişiler de dağıtılacaktır.
Eğer bir toplumun hainlik yapacağından korkulursa, antlaşmanın bozulduğu kendilerine bildirilecek; devlet başkanı, onlara ahdi bozduğunu haber verip kendileriyle savaşacağını duyuracaktır.
Ama ahid kesin ve açık bir biçimde bozulmuş ise, ahdin bozulduğunu bildirmeye gerek yoktur.[6]
(b) Allah, Hainliği Meslek Edinmiş Günahkârları (havvânen esîmen) Sevmez
“Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma!”
106Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.”
107Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden zaman kaybına uğrayan /hayırda ağırdan alan /zarar veren /kusur oluşturan kimseleri(havvânen esîmen) sevmez.” (Nisâ/105-107)
Nisâ/105. ayet, Nisâ/107. ayetle örtüşmektedir. Çünkü Nisâ/107. ayet ihanet edenlerin,kime ihanet ettiklerini açıklamakta ve onlarla mücadele edilmemesini gündeme getirmektedir. “Kendi kendilerine ihanet edenleri savunma!”
Bu ifadeyi iki anlamda düşünmek gerekir.
Birinci mana, Nisâ/103. ayette geçen düşmanı izlemekte gevşeklik gösterenler, kendi vatanlarına ihanet etmiş oluyorlar. Kendi vatanına, milletine ve dinine ihanet eden kendi kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bu anlam, ayetin sosyolojik manası olmaktadır.
Diğer taraftan ayetin “kendi kendine ihanet” bölümüne psikolojik mana verebiliriz. Kişi günah işlediği zaman, o günahın veya suçun karşılığı kendisine dönmektedir. Böylece kendine ihanet etmiş olmaktadır.
İnsana emanet edilen bir görev veya maddî bir şeye ihanet etmesi savunulacak bir şey değildir.Düşmana karşı vatanını, namusunu, bağımsızlığını ve inancını savunma işi bir emanettir. Bunda gevşeklik gösteren kişinin, ihanet ettiği için savunulacak bir tarafı yoktur. Aslında emanete ihanet eden kişi, kendine ihanet etmektedir.Çünkü emanete ihanet eden, kendini Allah’ın ihsanından uzaklaştırmış ve azabına atmış olmaktadır.Kendini azaba atan da kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bakara/187. ayetinde geçen ihanet “kendini sıkıntıya” sokmak anlamını ifade etmektedir. Emanete ihanet eden hem kendini hem de emanetin sahibini sıkıntıya sokmaktadır.
“Allah, ihanet edenleri ve günahkârlıkta inat edenleri sevmez.”
Demek ki Allah, ihanetle günahta ısrarı sevmemektedir.
Allah’ın sevgisini esirgemesi, onlar için çok daha büyük ceza olmaktadır. Emanete ihanet ile kişi, İlâhî sevgi ortamının dışına itilmektedir.[7]
Nisâ/107. ayetin son bölümü eğitimde ceza uygulamasına önemli bir ilke getirmektedir. Yanlış yapan çocuğa anne babalar veya öğretmenler sevgilerini esirgeme yoluyla ceza verebilirler. Sevgiden mahrum bırakmak eğitim yöntemelerinden biridir. Sevgiden mahrum bırakmak, yanlış davranıştan caydırmak yönünden etkili bir yoldur. Çocuklar sevgisizliğe dayanamazlar. Sevgiden yoksun bırakmanın izi kolay kolay silinemez. Onun bu etkinliği, caydırıcı olmasını kuvvetlendirecektir.
4. Allah, Kâfirleri (el-kâfirîn) Sevmez
(a) Allah, Kendisinin İlâhlığını Ve Rabliğini Bilerek ReddedenleriSevmez.
“Öyleyse, Allah’tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, Allah’ın, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere armağanlarından karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri (el-kâfirîn) sevmez. Kim küfrederse, artık bu reddi /inanmayışı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek /rahat bir yer hazırlamış olurlar.” (Rûm/43-45)
Bu ayetlerde, Allah’ın Elçisi Muhammed’in kişiliğinde tüm insanlığa hitap edilerek bir an önce gerçeğe dönmeleri ve hak dine koşmaları buyrulmaktadır.
Rûm/43. ayetteki “Allah’tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün” ifadesi, “Allah’ın bizzat geri çevirmeyeceği, başka birisinin de çeviremeyeceği; reddine kesinlikle imkân bulunmayan gün” demektir.”
Yine Rûm/43’de yer alan “dosdoğru din”, Yusuf suresinde şöyle tanıtılmıştır:
“Yusuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan bir toplumun –ki onlar ahreti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam biçimini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakup’un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Fakat insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım adlardan başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O(Allah), size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti.İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi.” (Yusuf/37-41)
(aa) İnsanların Çoğunluğu Allah’a Ortak Koşarlar
“De ki: Yeryüzünde dolaşın da öncekilerin sonlarının nasıl olduklarına ibretle bakın. Onların çoğu ortak koşuyordu.” (Rûm/43)
Rûm/43 ayetini özellikle kendinden önceki ayetten itibaren ele alınan ekonomik konular ile bağlantılı olarak açıklamak gerekiyor, “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona şımarırlar” (Rûm/36). Demek ki, Allah’ın kendisine verdiği serveti kendisinin kazandığını zannedip şımaran (Kasas/78-79), hatta servetine tanrı gibi tapınan ve ona tanrı süsü verenlerin sonuçlarının araştırılmasının zorunluluğu burada gündeme getirilmektedir.
Rum/30. ayeti, araştırmayı “nasıl’ı bulmak üzere yapmayı da vurgulamaktadır. O zaman araştırma, tarihin metotlarına göre yapılmasını ve “nasıl”ın ortaya çıkarılmasını istemektedir. İşte Kur’an, burada bilimsel bir araştırmayı istemektedir.
Yüce Allah, “onların çoğunun şirk koştuğunu” söyleyerek, helâk olmalarının nedenini bildirmektedir. “Çoğunluğu şirk koşuyordu.” Yani doğru bir Allah kavramına sahip olmadıklarından kendilerini helâk edecek günahlar işliyorlardı. Helâklerinin nedenini Yüce Allah belirlemekte, helâk olmalarının “nasıl”ını ise insanların saptamasını emretmektedir. Karada ve denizde yaptıkları ile bozuşma meydana getirmeleri, onların çöküşünü hazırlamıştır.
Böylece tarihsel araştırmaların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde “nasıl”ı ortaya çıkararak yapılmasını emreden Yüce Allah, bilimsel araştırmanın yöntem ve amaçlarını da belirlemiş olmaktadır.
(ab) Kıyamet KopmadanÖnce Kişi, Yüzünü Dosdoğru/Koruyan Dine Çevirmelidir
“Allah tarafından gelecek ve hiçbir kimsenin geri çeviremeyeceği o gün gelmeden önce yönünü bu dosdoğru dine çevir. O gün insanlar yaptıklarına göre gruplara ayrılırlar.” (Rûm/43)
Geçmiş toplumların helâkine neden olan şeylerden kurtulmak için yapılacak iş, gerçek dine yönelmek, onu dikkate almak ve onu hayata geçirmeye çalışmaktır.
Bu yöneliş kıyamet kopmadan, ya da toplumun helâkine Yüce Allah karar vermeden önce gerçekleşmelidir. Ayet, evrensel özellikte olduğu için tüm insanlığın gelecek nesillerine de hitap etmektedir. Kıyametin kopuşunu kimse durduramaz ve geri çeviremez. Kıyametin özelliklerinden biri de budur.
Kıyametin diğer bir özelliği de, insanların bu dünyadaki eylemlerine göre gruplara ayrılmalarıdır. Ayette geçen yessadde‘ûn “bölük bölük ayrılırlar” sözcüğü, “bir şeyi yarmak, bitkinin yeri yarıp çıkması, kereminden dolayı yönelmek, bir şeyi âşıkâre söylemek, çölü katletmek, cam gibi eşyaları kırmak, toplumu dağıtmak, bir işe yönelmek, geceleyin yüzmek, başı ağırmak ve dağılmak” manalarına gelen sade‘a fiilinden türemiştir.
Bu kelimenin Kur’an’daki manaları şöyledir:
“Dağılmak, bölük bölük olmak” (Rûm/43), “başı ağırmak” (Vâkı‘a/19), “parça parça olmak, yarılmak” (Haşr/21; Târık/12), “açıkça ortaya koymak” (Hicr/94).
İşte açıklamasını yapmakta olduğumuz bu ayette, geri dönmesi mümkün olmayan insanların gruplara ayrılacağı kıyamet gününden önce,dine yönelmenin önemi vurgulanmaktadır. Yönelinecek din, gerçek din olmalıdır. Sahte dinler, insanı o gün kurtarmayacaktır.[8]
Peki insanlar hangi gruplara ayrılacaktır?
Sorunun cevabını şu ayetlerle verebiliriz:
* “İnsanların bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir” (Şûrâ/7).
* “Kıyamet koptuğunda, inananlarla inanmayanlar birbirinden ayrılacaklardır” (Rûm/14).
* “O inkâr edenler, bölük halinde cehenneme sürülür” (Zümer/71); “Rablerinesaygı duyanlar ise bölük bölük cennete sevkedilir” (Zümer/73).
Demek ki, hangi grupta yer alacağımızı amellerimiz belirleyecektir. İmanın da bir selim akıl eylemi olduğu unutulmamalıdır. Beyindeki, selim akıl ve kötülüğü emreden (emmare) nefis de kişiyi yönlendirici olarak işlem/eylem halindedir. Kişi bunlardan hangisini aktif kılarsa, onlardan işlevsel olanın yönlendirmesi/eylemi insanın davranışlarına yansır.
Yüce Allah, bizi önceden uyarmakta ve kâfirlerin grubunda yer almamamız için bu dünyada doğru olan dine selim aklımızı işleterek yönelmemizi buyurmaktadır.
Bu konu, din eğitimcileri tarafından iyi işlenmelidir. Gerçek olan Kur’an’daki İslam, hurafeden uzak, Allah katında beğenilen dini iyi anlatmak ve öğretmek onlara düşmektedir.
(ac) Kişinin İnkârı Aleyhine, Salih Ameli Kendi Lehinedir
“Kim inkâr ederse,inkârı kendi aleyhinedir. Kimler de yararlı işler yaparsa kendileri için hazırlık yapmış olurlar.” (Rûm/44)
Bu ayette geçen yemhedûn “hazırlarlar” sözcüğünün kısaca Kur’an’da geçen manaları şunlardır:
Temhîdü’l-umûr, “işlerin düzene konulması ve gereken şekilde hazırlanması”, temhîdü’l-özr, “mazeretin açıklanması ve kabul edilmesi”, et-temehhüd, “imkan bulmak” manalarına gelmektedir.
“Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir.”
Ayetin bu bölümü bize şu mesajları vermektedir: İnkâr, insanın aleyhine olan bir inanç biçimidir. Başka bir ifadeyle inkâr, asla insanın lehine ve faydasına olamaz, daima aleyhine ve zararına olmuştur ve olacaktır.
Diğer taraftan inkâr fiilinin öznesi insan olmaktadır. Kişi, inkârı kendi beynindeki emmare nefsi, yani iblisinin yönlendirmesiyle işlemektedir. İnkâr, selim aklın devre dışı kaldığı, kişinin kendi emmare nefsinin emri altına girdiği ve böylece kişilik parçalanmasının meydana geldiği şartlarda ortaya çıkan zehirli bir üründür. Zehirli olduğu için insanın kendi kendine de zarar vermektedir.
“Kimler de yararlı işler yaparsa kendileri için hazırlık yapmış olurlar.”
Bir işin yararlı olabilmesi için doğru imana ve tevhîd inancına dayanması gerekiyor olmasına rağmen neden burada “iman eder ve yararlı işler yaparsa” denmedi de, sadece “yararlı işler işlerse” dendi?
Kur’an’ın genelinde ve bir sonraki ayette “iman eden ve yararlı iş işleyenler” denmektedir. Amelin anıldığı yerin öncesinde mutlaka iman anılmaktadır. Bize göre Yüce Allah burada iman ile ameli birlikte sunmakta, onların bir bütün olduğuna işaret etmektedir. Çünkü iman, selim aklın amelidir. Onun içindir ki Kur’an’da akıl, daima fiil halinde geçmektedir.
Biz bunu şu örnekle açıklayabiliriz: İman mayadır, ameller de süttür. Mayayı süte çalınca sütü kendine çevirir, sütü yoğurt yapar, kendine benzetir. Bu sefer de süt mayanın tabiatını kazanır. İman denen mayayı davranışlara yansıtınca, davranışlar yani ameller imanla bütünleşmiş olur. Onun içindir ki, Yüce Allah burada mayayı anmamış, yoğurdun tamamını anmıştır; çünkü maya da onun içindedir. İmanı anmayıp içinde olduğu ameli anmıştır.
Zaten Kur’an’ın temel ilkelerinden biri imansız amelin bir anlam taşımadığıdır.
- Onun için kâfirin, inancını söylemiş, ama amelini söylememiştir. Çünkü onun amelleri değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Ne yaparsa yapsın onun ameli yoktur.
- Ama mü’min insanın ameli ayette gündeme getirilmektedir.
Kâfirin inkârı, müminin ameli ayette yer almaktadır.
Bu da müminin amelinin değerlendirmeye tabi tutulacağının bir işaretidir. Müminin ameli, ahretteki cennet ve Allah’ın rızasını kazanmak için bir hazırlıktır; ahrete yolculuğa çıkarken yanına alacağı azığın hazırlanmasıdır.[9]
(ad) “Çünkü,Allah inanıp yararlı iş yapanları kendi lutfundan ödüllendirir. O(Allah), kâfirleri asla sevmez.” (Rûm/45)
Yüce Allah, iman edip iyi ameller işleyenlere eylemlerinin karşılığını vereceği gibi, kendi lutfundan da kendilerine ayrı bir ödül verecektir (Yûnus/26). Yüce Allah müminleri ödüllendirecektir. İnanmayanları da cezalandıracaktır.
Ayetin sonunda cezasını, sevgisini esirgeme şeklinde uygulamaya koyacaktır. Sevgisini esirgemesi en büyük ceza şekli; sevmesi de en büyük ödül olmaktadır. Eğitim açısından bakınca, ödüllendirmesi iyiye teşvik, sevmemesi de caydırma niteliği taşımaktadır.
(b) Allah, Kendisine Ve Elçi’ye İtaat Etmeyenleri Sevmez
31De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.”
“De ki: “Allah’a ve Elçi’ye itaat edin!” Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri (el-kâfirîn)sevmez.” (Âl-i İmran/32)
Bu ayetlerde, insanlara, kulluğun, Allah’a olan sevginin ölçü ve yolları açıklanmaktadır. Allah’ı seven Elçi'ye uymalıdır ki Allah da, onu sevsin ve günahlarını bağışlasın. Ayrıca her mümin Allah’a ve Elçi’ye itaat etmekle yükümlüdür. Buna yanaşmayıp yüz çevirenler, kâfirlerdir, Allah ise kâfirleri sevmez.
Âl-i İmran/31. ayetten anlaşıldığına göre, Allah sevgisinin işareti, Elçi’ye uymaktır. Elçi’ye uyulmadan, “Allah’ı seviyorum” demek, kuru bir iddiadan öte anlam taşımaz ve hiçbir işe yaramaz.
Allah’a ve Elçi’ye itaat, Kur’an’da önemli bir konu olup birçok ayette yer almıştır:
130Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmış olarak ribayı (emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazancı) yemeyin. Kurtuluşa ermeniz için Allah’ın koruması altına girin. 131Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.” (Âl-i İmrân/130-132)
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine /anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.” (Nisâ/59)
“Sana, savaşın bahşişlerinden soruyorlar. De ki: “Enfâl/savaşbahşişleri Allah ve Elçisi /kamu içindir. Onun için siz, müminler iseniz, Allah’ın koruması altına girin, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin.” (Enfâl/1)
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin! 21Vahye kulak asmadıkları hâlde “İşittik/vahye kulak verdik” diyenler gibi de olmayın!” (Enfâl/20-21)
“Yine Allah’a ve O’nun Elçisi’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve gücünüz-canınız gider. Ve sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl/46)[10]
Âl-i İmran/32. ayetin sonundaki, “Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez” ifadesiyle, Allah’a ve Elçisi’ne itaat etme emrine aldırış etmeyen kimseler, kâfir olarak nitelenmekteve Allah’ın onları sevmediği bildirilmektedir. Bu ifadeyi bir başka surede de görüyoruz:
80Kim, Elçi’ye itaat ederse, artık o, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik.”
81Ve onlar sana, “Baş üstüne!” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah, onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen, onlardan mesafelen. Ve Allah’a işin sonucunu havale et. Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Allah yeter.” (Nisâ/80-81)
Allah, Kendisine ve Elçisi'ne itaatı emrederken, rahmeti gereği itaat edilmemesi gerekenleri de Kur’an’da bildirmiştir.[11]
Kaynakça
[1] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.4, s.410.
[2] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.7, s.127-128.
[3] B.BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.3, s.393-394.
[4] M. Fuad ABDÜLBAKİ, el-Mu’cemü’l-Müfehres, Beyrut, 1987, “H-v-n” md. s.178.
[5] Râgıb el-ISFAHÂNÎ, el-Müfredât /Kur’an Kavramları Sözlüğü, (Mütercimler: Prof.Dr. A. GÜNEŞ-Yrd.Doç.Dr.M. YOLCU), İstanbul, 2010, Çıra Yayınları, “H-v-n” md., s.370.
[6] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.7, s.226.
[7] B.BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.5, s.313.
[8] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.15, s.75, 76.
[9] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.15, s.77, 78.
[10] Ayrıca bkz. Nûr/54, 56; Mâide/92; Muhammed/32; Mücâdele/13; Teğâbün/12, 16.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Sedat ŞENERMEN
Allah kimleri sevmez!
ALLAH İBLİS EGEMEN MÜSRİF VE HÂİN KİŞİLERİ SEVMEZ
1. Allah, Her Tür İsrafı Yaşam Biçimi Edinenleri Asla (el-Müsrifîn) Sevmez
İsraf “aşırı gitmektir” ve büyük günahtır.
İnsan hangi konularda israfa gider?
- Yetimin malını yemekle (Nisâ/6)
- Fakirlerin hakkını vermemekle (En’âm/41)
- Yemek içmekte (A’raf/31)
- Kısasta (İsrâ/33)
- Yanlış düşüncesinde aşırı gidip inkâra sapma konusunda (Ta-Ha/127)
- Allah’ın vahyine büyü demek hususunda, Allah’ın Elçisi’ni sihirbazlıkla nitelendirmek konusunda (Enbiyâ/2-9)
- Parasını harcamada (Furkân/67)
- Kendi kendini heder etme konusunda (Zümer/53)
- Yalan söylemekte (Mümin/28)
- Şüphe etmekte (Mümin/38)[1]
İsraf eden /müsrif, aklını selimleştirmeyen, aklıselim sahibi olmayan, “kendisini şeytan çarpmış”, yani iblis egemen kişilik sahibidir.
Halk dilinde, kişinin ağzının, yüzünün eğilmesi durumuna, “şeytan çarpması” denmektedir. Örneğin, yüz felci geçiren kişi de bu anlamda, “şeytan çarpmış” olarak nitelenmektedir. Halk arasında yaygınlaşmış olan bu anlamdaki bir çarpılmanın, Kur’ân’da sözü edilen “şeytan çarpması” ile bir ilgisi yoktur. Halk arasında “şeytan” sözcüğünün yanlış anlaşılması, doğal olarak “şeytan çarpması”nın da yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır.
Kur’an’ın bildirdiği şeytan çarpması, Bakara/275-281. ayetlerde tanıtılmış olan şeytânî karakterdeki kişilerin bu olumsuzlukları bir kişiye telkin edip onu kontrol altına almasıdır. Yani, şeytânî özellikte olan şeylerin bir kişiyi ele geçirmesidir ki bu durumda o kişiyi şeytan çarpmış demektir. Şeytanın çarptığı bir kişi ise;
* Allah’a karşı gelir.
* Hayâsızdır, edepsizdir, kötüleşmiştir.
* Haksız /hukuksuz kazanç peşinde koşar.
* Bilmediği şeyleri konuşur.
* Fakirlikten, fakir düşmekten korkar.
* Savurgandır.
* Kuruntuludur, şımarıktır, kışkırtılmıştır.
* Birilerine hep aldanmıştır.
* Azmıştır, çevresiyle arası bozulmuştur.
* Dönektir.
* Bilgilenmeye, aydınlanmaya kapalıdır.[2]
Herhangi bir insanın yukarıdaki özellikleri taşıyor olması, onun bu hâle içindeki ya da dışındaki şeytan tarafından getirildiğini gösteren temel ölçüttür. Bu özellikleri taşıyan kişiler ise, “Onu şeytân çarpmış”, “Onu şeytân oyununa getirmiş, aklını azaltmış, akılsızlığa düşürmüş” şeklinde nitelenirler.
Geçimlerini faiz yiyerek/tefecilik yaparak kazanan kimseler de, aslında varlıklarını şeytanın kontrolüne girerek sürdüren ve bu şekilde ayakta kalan kimselerdir. Bu kişiler, Bakara/279’ daki ifade ile, “Allah ve Elçisi’ne savaş açmış” kimselerdir. Bu konuyu iyi anlamak için, Bakara/279. ayetin bulunduğu Bakara/261-281. ayetlerin bir bütünlük içerisinde okunup düşünülmesi gerekir. Bu pasajda konu, muhtaçlara karşılıksız yardım (sadaka, infak) ile muhtaçları sömürü (ribâ/faiz) arasındaki karşıtlık ilişkisi içinde açıklanmaktadır.
2. Allah, Hayırda Ağırdan Alan /Zarar Veren /Kusur Oluşturan /Emanete İhanet Edenleri Sevmez
“Allah, ribayı yok eder, sadakaları da artırır. Allah, tüm aşırı nankör ve zaman kaybına neden olan /hayırda ağırdan alan /zarar veren /kusur oluşturan (küllü keffârin esîm) kimseleri sevmez.” (Bakara/276)
Bu ayette geçen “sevgi”, “mahk”, “riba”, “keffâr” ve “esîm” kavramları ile Yüce Allah, insanlığa çok önemli mesajlar vermektedir. Yüce Allah, sözlükte “bir şeyi iptal etmek, bereketini gidermek, helak etmek, ısının bir şeyi yakması, malın telef olması, hayrın eksik olması, belirsiz hale gelmek, bozmak, silmek, kazımak, kökünden söküp atmak, yok etmek, iptal etmek, azalmak, ayın görünmez olması ve zail olmak” anlamlarına gelen mahk sözcüğünün faizle olan ilişkisini belirlemektedir.
Bakara/276 ve Âl-i İmrân/141’de geçen bu kelimeye, faizle ilgili olarak “mahvetmek, tüketmek”; kâfirlerle ilgili olarak da “helâk etmek” manası verilebilir. Faizle ilgili anlamı ekonomiyi; kâfirlerle ilgili manası da sosyolojiyi, yani toplum bilimi ilgilendirmektedir. Ekonominin kurdu olan faiz ve dinin kurdu olan inkâr ile ilgili değerlendirmelerinde Yüce Allah bu kavrama yer vermektedir.
Ayette yer alan kavramlardan biri de ribâ kavramıdır. İsim olarak alındığında ribâ sözcüğünün tamamen olumsuz bir mana ifade etmesine karşılık, fiil kalıbında kullanıldığında olumlu mana da ifade edebilmesidir. Bu ayette Yüce Allah sadakayı bereketlendirdiğini rebâ fiilinin şimdiki zaman kalıbıyla ifade etmektedir. Demek ki, ribânın fiil kalıbının faili Allah olunca ve sadakayı tümleç olarak alınca, olumlu mana kazanmakta ve bereketlendirip artırma manasına gelmektedir. Ayete dikkat edilirse, ribânın isim kalıbı ile fiil kalıbının yanyana gelmiş olduğu görülecektir.
Ayette geçen üçüncü kavram “sevgi”dir. Yüce Allah’ın, sevgisini kimlerden esirgediğini anlamak için, ayetin dördüncü ve beşinci kavramlarına bakmak gerekir. Bunlar, inatçı nankör manasına gelen keffâr ile günâhta ısrar eden anlamına gelen esîm kavramlarıdır. Keffâr, “örtmek ve inkâr etmek” anlamlarına gelen kefera fiilinden türemiştir. Burada davranıştaki, inançtaki veya tavır koymadaki şiddeti ifade eden kalıpta kullanılmıştır. Biz keffâr kelimesine, “inkâr” değil “nankör” manası verdik. Nankörlüğünde şiddetli olduğu için de, “inatçı nankör” demeyi uygun bulduk. Esîm sözcüğü ise “günâhta ısrar eden, öğüt dinlemeyen, tövbe etmeyen ve gerçeğe dönmeyen” anlamlarına gelmektedir.[3] Yüce Allah, haram kılmasına, fayda ve zararlarını açıklamasına rağmen faiz yemeye devam eden kimseye bu sıfatı vermektedir.
Ayetin sonunda “inatçı nankörleri ve günahta ısrar edenleri” Yüce Allah’ın “sevmediği” açıklanmaktadır.
3. Allah, Hangi Tür Olursa Olsun İhaneti Gerçekleştiren Hâinleri (el-hâinîn) De Sevmez
(a) Allah, Hâin Kimseleri (el-hâinîn) Sevmez
“Eğer bir toplumdan; hâinlik yapmasından korkarsan, aynı şekilde antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir. Şüphesiz Allah, hâin kimseleri (el-hâinîn) sevmez.” (Enfâl/58)
Enfâl/58. ayette yer alan “el-hâinîn” sözcüğü, “h-v-n” kökünden ism-i fail olan “hâin” kelimesinin çoğulu olup “hainler” anlamındadır. “H-v-n” fiilinin mastarı “hıyânet”tir. Bu kökten gelen sözcükler Kur’an’da 16 kez geçer.[4]
Hıyânet ve “nifâk” anlam olarak birdir, yalnız;
- “Hıyânet /hâinlik” sözleşme ve emanet baz alınarak söylenirken,
- “Nifâk” ise, din baz alınarak söylenir.
Bu iki sözcük anlam olarak birbirinin içine giren bir mana taşımaktadır. Hıyânet “sözleşmeyi gizlice bozmak suretiyle hakka muhalefet etmek”tir.
Hıyânet sözcüğünün zıt anlamlısı emanet kelimesidir.[5]
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçi’ye ihânet etmeyin (lâ tehûnû). Yoksa üstlendiğiniz kendi emanetlerinize bile bile ihânet etmiş olursunuz (ve tehûnû).” (Enfâl/28)
“Allah, kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddeden kimselere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını örnek verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kulun aşağılık karıları idiler. Sonra onlara hainlik ettiler (hânetâhüma).” (Tahrim/10)
“Sonra da sözlerini bozmaları sebebiyle onları dışladık ve kalplerine katılık koyduk. Onlar kelimeyi /sözcüğü yerlerinden / öz anlamlarından değiştirirler. Öğütlendiklerinin önemli bir bölümünü de terk ettiler. İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima bir hainlik (hâinetin) görürsün.” (Mâide/13)
Yüce Allah’ın bu üç ayetinde sözcük bu anlamdadır.
Enfâl/57-59. ayetlerde Elçi Muhammed’e, ihanet edenlere ibret-i âlem için yapılması gereken işlemler öğretilmektedir:
Hainler savaşta yakalanırsa, ibret için onlarla birlikte arkalarındaki kişiler de dağıtılacaktır.
Eğer bir toplumun hainlik yapacağından korkulursa, antlaşmanın bozulduğu kendilerine bildirilecek; devlet başkanı, onlara ahdi bozduğunu haber verip kendileriyle savaşacağını duyuracaktır.
Ama ahid kesin ve açık bir biçimde bozulmuş ise, ahdin bozulduğunu bildirmeye gerek yoktur.[6]
(b) Allah, Hainliği Meslek Edinmiş Günahkârları (havvânen esîmen) Sevmez
“Şüphesiz Biz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmedesin diye Kitab’ı hak olarak indirdik. Sen de hainler için savunucu olma!”
106Ve Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edendir.”
107Kendilerine hainlik edenleri de savunma. Şüphesiz Allah, aşırı derecede hainlik eden zaman kaybına uğrayan /hayırda ağırdan alan /zarar veren /kusur oluşturan kimseleri (havvânen esîmen) sevmez.” (Nisâ/105-107)
Nisâ/105. ayet, Nisâ/107. ayetle örtüşmektedir. Çünkü Nisâ/107. ayet ihanet edenlerin, kime ihanet ettiklerini açıklamakta ve onlarla mücadele edilmemesini gündeme getirmektedir. “Kendi kendilerine ihanet edenleri savunma!”
Bu ifadeyi iki anlamda düşünmek gerekir.
Birinci mana, Nisâ/103. ayette geçen düşmanı izlemekte gevşeklik gösterenler, kendi vatanlarına ihanet etmiş oluyorlar. Kendi vatanına, milletine ve dinine ihanet eden kendi kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bu anlam, ayetin sosyolojik manası olmaktadır.
Diğer taraftan ayetin “kendi kendine ihanet” bölümüne psikolojik mana verebiliriz. Kişi günah işlediği zaman, o günahın veya suçun karşılığı kendisine dönmektedir. Böylece kendine ihanet etmiş olmaktadır.
İnsana emanet edilen bir görev veya maddî bir şeye ihanet etmesi savunulacak bir şey değildir. Düşmana karşı vatanını, namusunu, bağımsızlığını ve inancını savunma işi bir emanettir. Bunda gevşeklik gösteren kişinin, ihanet ettiği için savunulacak bir tarafı yoktur. Aslında emanete ihanet eden kişi, kendine ihanet etmektedir. Çünkü emanete ihanet eden, kendini Allah’ın ihsanından uzaklaştırmış ve azabına atmış olmaktadır. Kendini azaba atan da kendine ihanet etmiş olmaktadır. Bakara/187. ayetinde geçen ihanet “kendini sıkıntıya” sokmak anlamını ifade etmektedir. Emanete ihanet eden hem kendini hem de emanetin sahibini sıkıntıya sokmaktadır.
“Allah, ihanet edenleri ve günahkârlıkta inat edenleri sevmez.”
Demek ki Allah, ihanetle günahta ısrarı sevmemektedir.
Allah’ın sevgisini esirgemesi, onlar için çok daha büyük ceza olmaktadır. Emanete ihanet ile kişi, İlâhî sevgi ortamının dışına itilmektedir.[7]
Nisâ/107. ayetin son bölümü eğitimde ceza uygulamasına önemli bir ilke getirmektedir. Yanlış yapan çocuğa anne babalar veya öğretmenler sevgilerini esirgeme yoluyla ceza verebilirler. Sevgiden mahrum bırakmak eğitim yöntemelerinden biridir. Sevgiden mahrum bırakmak, yanlış davranıştan caydırmak yönünden etkili bir yoldur. Çocuklar sevgisizliğe dayanamazlar. Sevgiden yoksun bırakmanın izi kolay kolay silinemez. Onun bu etkinliği, caydırıcı olmasını kuvvetlendirecektir.
4. Allah, Kâfirleri (el-kâfirîn) Sevmez
(a) Allah, Kendisinin İlâhlığını Ve Rabliğini Bilerek Reddedenleri Sevmez.
“Öyleyse, Allah’tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden önce yüzünü dosdoğru/koruyan dine çevir. O gün onlar, Allah’ın, iman eden ve düzeltmeye yönelik işler yapan kimselere armağanlarından karşılık vermesi için bölük bölük ayrılırlar. Şüphesiz O, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddedenleri (el-kâfirîn) sevmez. Kim küfrederse, artık bu reddi /inanmayışı kendi aleyhinedir. Kim de sâlihi işlerse, artık onlar da kendileri için döşek /rahat bir yer hazırlamış olurlar.” (Rûm/43-45)
Bu ayetlerde, Allah’ın Elçisi Muhammed’in kişiliğinde tüm insanlığa hitap edilerek bir an önce gerçeğe dönmeleri ve hak dine koşmaları buyrulmaktadır.
Rûm/43. ayetteki “Allah’tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün” ifadesi, “Allah’ın bizzat geri çevirmeyeceği, başka birisinin de çeviremeyeceği; reddine kesinlikle imkân bulunmayan gün” demektir.”
Yine Rûm/43’de yer alan “dosdoğru din”, Yusuf suresinde şöyle tanıtılmıştır:
“Yusuf: “Size yiyecek olarak verilecek bir yemek gelmeden önce onun te’vîlini size bildiririm. Bu, Rabbimin bana öğrettiği şeylerdendir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan bir toplumun –ki onlar ahreti bilerek reddedenlerin; inanmayanların ta kendileridir– dinini, yaşam biçimini terk ettim. Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakup’un dinine, yaşam ilkesine uydum. Bizim, Allah’a hiçbir şeyi ortak tutmamız olmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara bir armağanıdır. Fakat insanların çoğu kendilerine verilen nimetlerin karşılığını ödemiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı birçok rabbler mi daha hayırlı, yoksa her şeye hâkim ve galip olan bir tek Allah mı? Sizin, O’nun astlarından o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım adlardan başka bir şey değildir. Bunlara tapmanız konusuna Allah hiçbir delil indirmiş değildir. Hüküm ancak Allah’a aittir: O (Allah), size, Kendisinden başkasına tapmamanızı emretti. İşte bu dosdoğru/koruyan dindir. Fakat insanların çoğu bilmiyorlar. Ey benim zindan arkadaşlarım! Biriniz efendisine yine şarap sunacak. Diğeri de asılacak da kuşlar onu başından yiyecekler. İşte hakkında fetva istediğiniz iş gerçekleşti” dedi.” (Yusuf/37-41)
(aa) İnsanların Çoğunluğu Allah’a Ortak Koşarlar
“De ki: Yeryüzünde dolaşın da öncekilerin sonlarının nasıl olduklarına ibretle bakın. Onların çoğu ortak koşuyordu.” (Rûm/43)
Rûm/43 ayetini özellikle kendinden önceki ayetten itibaren ele alınan ekonomik konular ile bağlantılı olarak açıklamak gerekiyor, “İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ona şımarırlar” (Rûm/36). Demek ki, Allah’ın kendisine verdiği serveti kendisinin kazandığını zannedip şımaran (Kasas/78-79), hatta servetine tanrı gibi tapınan ve ona tanrı süsü verenlerin sonuçlarının araştırılmasının zorunluluğu burada gündeme getirilmektedir.
Rum/30. ayeti, araştırmayı “nasıl’ı bulmak üzere yapmayı da vurgulamaktadır. O zaman araştırma, tarihin metotlarına göre yapılmasını ve “nasıl”ın ortaya çıkarılmasını istemektedir. İşte Kur’an, burada bilimsel bir araştırmayı istemektedir.
Yüce Allah, “onların çoğunun şirk koştuğunu” söyleyerek, helâk olmalarının nedenini bildirmektedir. “Çoğunluğu şirk koşuyordu.” Yani doğru bir Allah kavramına sahip olmadıklarından kendilerini helâk edecek günahlar işliyorlardı. Helâklerinin nedenini Yüce Allah belirlemekte, helâk olmalarının “nasıl”ını ise insanların saptamasını emretmektedir. Karada ve denizde yaptıkları ile bozuşma meydana getirmeleri, onların çöküşünü hazırlamıştır.
Böylece tarihsel araştırmaların sebep-sonuç ilişkisi içerisinde “nasıl”ı ortaya çıkararak yapılmasını emreden Yüce Allah, bilimsel araştırmanın yöntem ve amaçlarını da belirlemiş olmaktadır.
(ab) Kıyamet Kopmadan Önce Kişi, Yüzünü Dosdoğru/Koruyan Dine Çevirmelidir
“Allah tarafından gelecek ve hiçbir kimsenin geri çeviremeyeceği o gün gelmeden önce yönünü bu dosdoğru dine çevir. O gün insanlar yaptıklarına göre gruplara ayrılırlar.” (Rûm/43)
Geçmiş toplumların helâkine neden olan şeylerden kurtulmak için yapılacak iş, gerçek dine yönelmek, onu dikkate almak ve onu hayata geçirmeye çalışmaktır.
Bu yöneliş kıyamet kopmadan, ya da toplumun helâkine Yüce Allah karar vermeden önce gerçekleşmelidir. Ayet, evrensel özellikte olduğu için tüm insanlığın gelecek nesillerine de hitap etmektedir. Kıyametin kopuşunu kimse durduramaz ve geri çeviremez. Kıyametin özelliklerinden biri de budur.
Kıyametin diğer bir özelliği de, insanların bu dünyadaki eylemlerine göre gruplara ayrılmalarıdır. Ayette geçen yessadde‘ûn “bölük bölük ayrılırlar” sözcüğü, “bir şeyi yarmak, bitkinin yeri yarıp çıkması, kereminden dolayı yönelmek, bir şeyi âşıkâre söylemek, çölü katletmek, cam gibi eşyaları kırmak, toplumu dağıtmak, bir işe yönelmek, geceleyin yüzmek, başı ağırmak ve dağılmak” manalarına gelen sade‘a fiilinden türemiştir.
Bu kelimenin Kur’an’daki manaları şöyledir:
“Dağılmak, bölük bölük olmak” (Rûm/43), “başı ağırmak” (Vâkı‘a/19), “parça parça olmak, yarılmak” (Haşr/21; Târık/12), “açıkça ortaya koymak” (Hicr/94).
İşte açıklamasını yapmakta olduğumuz bu ayette, geri dönmesi mümkün olmayan insanların gruplara ayrılacağı kıyamet gününden önce, dine yönelmenin önemi vurgulanmaktadır. Yönelinecek din, gerçek din olmalıdır. Sahte dinler, insanı o gün kurtarmayacaktır.[8]
Peki insanlar hangi gruplara ayrılacaktır?
Sorunun cevabını şu ayetlerle verebiliriz:
* “İnsanların bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir” (Şûrâ/7).
* “Kıyamet koptuğunda, inananlarla inanmayanlar birbirinden ayrılacaklardır” (Rûm/14).
* “O inkâr edenler, bölük halinde cehenneme sürülür” (Zümer/71); “Rablerine saygı duyanlar ise bölük bölük cennete sevkedilir” (Zümer/73).
Demek ki, hangi grupta yer alacağımızı amellerimiz belirleyecektir. İmanın da bir selim akıl eylemi olduğu unutulmamalıdır. Beyindeki, selim akıl ve kötülüğü emreden (emmare) nefis de kişiyi yönlendirici olarak işlem/eylem halindedir. Kişi bunlardan hangisini aktif kılarsa, onlardan işlevsel olanın yönlendirmesi/eylemi insanın davranışlarına yansır.
Yüce Allah, bizi önceden uyarmakta ve kâfirlerin grubunda yer almamamız için bu dünyada doğru olan dine selim aklımızı işleterek yönelmemizi buyurmaktadır.
Bu konu, din eğitimcileri tarafından iyi işlenmelidir. Gerçek olan Kur’an’daki İslam, hurafeden uzak, Allah katında beğenilen dini iyi anlatmak ve öğretmek onlara düşmektedir.
(ac) Kişinin İnkârı Aleyhine, Salih Ameli Kendi Lehinedir
“Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir. Kimler de yararlı işler yaparsa kendileri için hazırlık yapmış olurlar.” (Rûm/44)
Bu ayette geçen yemhedûn “hazırlarlar” sözcüğünün kısaca Kur’an’da geçen manaları şunlardır:
“Beşik” (Âl-i İmrân/46), “konaklama yeri” (A‘râf/41; Âl-i İmrân/12; Bakara/206), “hazırlık yapmak” (Rûm/44), “döşemek” (Zâriyât/48), “ufuk açmak” (Müddessir/14).
Temhîdü’l-umûr, “işlerin düzene konulması ve gereken şekilde hazırlanması”, temhîdü’l-özr, “mazeretin açıklanması ve kabul edilmesi”, et-temehhüd, “imkan bulmak” manalarına gelmektedir.
“Kim inkâr ederse, inkârı kendi aleyhinedir.”
Ayetin bu bölümü bize şu mesajları vermektedir: İnkâr, insanın aleyhine olan bir inanç biçimidir. Başka bir ifadeyle inkâr, asla insanın lehine ve faydasına olamaz, daima aleyhine ve zararına olmuştur ve olacaktır.
Diğer taraftan inkâr fiilinin öznesi insan olmaktadır. Kişi, inkârı kendi beynindeki emmare nefsi, yani iblisinin yönlendirmesiyle işlemektedir. İnkâr, selim aklın devre dışı kaldığı, kişinin kendi emmare nefsinin emri altına girdiği ve böylece kişilik parçalanmasının meydana geldiği şartlarda ortaya çıkan zehirli bir üründür. Zehirli olduğu için insanın kendi kendine de zarar vermektedir.
“Kimler de yararlı işler yaparsa kendileri için hazırlık yapmış olurlar.”
Bir işin yararlı olabilmesi için doğru imana ve tevhîd inancına dayanması gerekiyor olmasına rağmen neden burada “iman eder ve yararlı işler yaparsa” denmedi de, sadece “yararlı işler işlerse” dendi?
Kur’an’ın genelinde ve bir sonraki ayette “iman eden ve yararlı iş işleyenler” denmektedir. Amelin anıldığı yerin öncesinde mutlaka iman anılmaktadır. Bize göre Yüce Allah burada iman ile ameli birlikte sunmakta, onların bir bütün olduğuna işaret etmektedir. Çünkü iman, selim aklın amelidir. Onun içindir ki Kur’an’da akıl, daima fiil halinde geçmektedir.
Biz bunu şu örnekle açıklayabiliriz: İman mayadır, ameller de süttür. Mayayı süte çalınca sütü kendine çevirir, sütü yoğurt yapar, kendine benzetir. Bu sefer de süt mayanın tabiatını kazanır. İman denen mayayı davranışlara yansıtınca, davranışlar yani ameller imanla bütünleşmiş olur. Onun içindir ki, Yüce Allah burada mayayı anmamış, yoğurdun tamamını anmıştır; çünkü maya da onun içindedir. İmanı anmayıp içinde olduğu ameli anmıştır.
Zaten Kur’an’ın temel ilkelerinden biri imansız amelin bir anlam taşımadığıdır.
- Onun için kâfirin, inancını söylemiş, ama amelini söylememiştir. Çünkü onun amelleri değerlendirmeye tabi tutulmayacaktır. Ne yaparsa yapsın onun ameli yoktur.
- Ama mü’min insanın ameli ayette gündeme getirilmektedir.
Kâfirin inkârı, müminin ameli ayette yer almaktadır.
Bu da müminin amelinin değerlendirmeye tabi tutulacağının bir işaretidir. Müminin ameli, ahretteki cennet ve Allah’ın rızasını kazanmak için bir hazırlıktır; ahrete yolculuğa çıkarken yanına alacağı azığın hazırlanmasıdır.[9]
(ad) “Çünkü, Allah inanıp yararlı iş yapanları kendi lutfundan ödüllendirir. O(Allah), kâfirleri asla sevmez.” (Rûm/45)
Yüce Allah, iman edip iyi ameller işleyenlere eylemlerinin karşılığını vereceği gibi, kendi lutfundan da kendilerine ayrı bir ödül verecektir (Yûnus/26). Yüce Allah müminleri ödüllendirecektir. İnanmayanları da cezalandıracaktır.
Ayetin sonunda cezasını, sevgisini esirgeme şeklinde uygulamaya koyacaktır. Sevgisini esirgemesi en büyük ceza şekli; sevmesi de en büyük ödül olmaktadır. Eğitim açısından bakınca, ödüllendirmesi iyiye teşvik, sevmemesi de caydırma niteliği taşımaktadır.
(b) Allah, Kendisine Ve Elçi’ye İtaat Etmeyenleri Sevmez
31De ki: “Eğer siz Allah’ı seviyorsanız o zaman bana uyun ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı sizin için bağışlasın. Ve Allah, kullarının günahlarını çok örten, onları cezalandırmayan ve bağışı bol olandır, engin merhamet sahibidir.”
“De ki: “Allah’a ve Elçi’ye itaat edin!” Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddeden kimseleri (el-kâfirîn) sevmez.” (Âl-i İmran/32)
Bu ayetlerde, insanlara, kulluğun, Allah’a olan sevginin ölçü ve yolları açıklanmaktadır. Allah’ı seven Elçi'ye uymalıdır ki Allah da, onu sevsin ve günahlarını bağışlasın. Ayrıca her mümin Allah’a ve Elçi’ye itaat etmekle yükümlüdür. Buna yanaşmayıp yüz çevirenler, kâfirlerdir, Allah ise kâfirleri sevmez.
Âl-i İmran/31. ayetten anlaşıldığına göre, Allah sevgisinin işareti, Elçi’ye uymaktır. Elçi’ye uyulmadan, “Allah’ı seviyorum” demek, kuru bir iddiadan öte anlam taşımaz ve hiçbir işe yaramaz.
Allah’a ve Elçi’ye itaat, Kur’an’da önemli bir konu olup birçok ayette yer almıştır:
130Ey iman etmiş kimseler! Kat kat artırılmış olarak ribayı (emeksiz, hizmetsiz, risksiz kazancı) yemeyin. Kurtuluşa ermeniz için Allah’ın koruması altına girin. 131Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132Merhamet olunmanız için Allah’a ve Elçi’ye itaat edin.” (Âl-i İmrân/130-132)
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahiplerine /anayöneticiye itaat edin. Sonra, eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah’a ve ahret gününe inanan kimseler iseniz, onu Allah ve Elçi’ye havale edin. Bu, daha iyidir ve en uygun çözümü bulmak bakımından daha güzeldir.” (Nisâ/59)
“Sana, savaşın bahşişlerinden soruyorlar. De ki: “Enfâl/savaş bahşişleri Allah ve Elçisi /kamu içindir. Onun için siz, müminler iseniz, Allah’ın koruması altına girin, birbirinizle aranızı düzeltin ve de Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin.” (Enfâl/1)
“Ey iman etmiş kimseler! Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin! 21Vahye kulak asmadıkları hâlde “İşittik/vahye kulak verdik” diyenler gibi de olmayın!” (Enfâl/20-21)
“Yine Allah’a ve O’nun Elçisi’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız ve gücünüz-canınız gider. Ve sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl/46)[10]
Âl-i İmran/32. ayetin sonundaki, “Artık yüz çevirirlerse, biliniz ki, şüphesiz Allah, kâfirleri sevmez” ifadesiyle, Allah’a ve Elçisi’ne itaat etme emrine aldırış etmeyen kimseler, kâfir olarak nitelenmekte ve Allah’ın onları sevmediği bildirilmektedir. Bu ifadeyi bir başka surede de görüyoruz:
80Kim, Elçi’ye itaat ederse, artık o, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, artık Biz, seni o yüz çevirenlere koruyucu/bekçi olarak göndermedik.”
81Ve onlar sana, “Baş üstüne!” derler. Fakat senin yanından çıktıklarında, içlerinden birtakımı, geceleyin, senin dediğinden başkasını kurarlar. Ama Allah, onların geceleyin kurduklarını yazıyor. Artık sen, onlardan mesafelen. Ve Allah’a işin sonucunu havale et. Tüm varlıkları belirli bir programa göre ayarlayan ve bu programı koruyarak, destekleyerek uygulayan” olarak da Allah yeter.” (Nisâ/80-81)
Allah, Kendisine ve Elçisi'ne itaatı emrederken, rahmeti gereği itaat edilmemesi gerekenleri de Kur’an’da bildirmiştir.[11]
Kaynakça
[1] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.4, s.410.
[2] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.7, s.127-128.
[3] B.BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.3, s.393-394.
[4] M. Fuad ABDÜLBAKİ, el-Mu’cemü’l-Müfehres, Beyrut, 1987, “H-v-n” md. s.178.
[5] Râgıb el-ISFAHÂNÎ, el-Müfredât /Kur’an Kavramları Sözlüğü, (Mütercimler: Prof.Dr. A. GÜNEŞ-Yrd.Doç.Dr.M. YOLCU), İstanbul, 2010, Çıra Yayınları, “H-v-n” md., s.370.
[6] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.7, s.226.
[7] B.BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.5, s.313.
[8] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.15, s.75, 76.
[9] B.BAYRAKLI, a.g.e., c.15, s.77, 78.
[10] Ayrıca bkz. Nûr/54, 56; Mâide/92; Muhammed/32; Mücâdele/13; Teğâbün/12, 16.
[11] Bkz. En‘âm/121, 116; Kehf/28; Ahzâb/1, 48; Kalem/8, 10; İnsan/24; Lokmân/15; Şu‘arâ/151-152.