SON DAKİKA
Hava Durumu

Atatürk’ün kültür politikası ve Tevhidi Tedrisat Kanunu

Yazının Giriş Tarihi: 02.03.2022 13:38
Yazının Güncellenme Tarihi: 02.03.2022 01:38

I-) Atatürk Dönemi Kültür Politikalarının Temelleri

Atatürk dönemi kültür politikası, devrimler yoluyla millileşme ve çağdaşlaşma yönünde, radikal bir değişimi ön görmektedir. Bu değişim, çağın özelliğini ve Osmanlı’dan kalan tarihi süreci yansıttığı kadar, Türkiye’nin kuruluş felsefesini de ortaya koymaktadır.

Atatürk, Osmanlı’nın imparatorluk yapısında kaybolan Türk milli kültürünü gün ışığına çıkarmak ve çağdaş değerlerle geliştirmek suretiyle, yeni nesillere aktarmak istiyordu. Aynı zamanda Türk milletini refaha kavuşturmak, Türk devletini de güçlü kılmak amacındaydı.[1]

Atatürk, taraftar olduğu ve tarihi bir zorunluluk olarak ortaya çıkan milliyetçilik siyaseti ile batıcılığı birleştiren ortak bir strateji geliştirdi[2] ve uyguladı.

1. Millileşme

Bu konuda temel ilkeleri Atatürk şöyle açıklamaktadır:

“Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda, milletlerarası ilişki ve yakınlaşmalarda, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle birlikte, Türk toplumunun kendine özgü karakterlerini ve başlı başına bağımsız kimliğini saklı tutmaktır.”[3]

“Biz doğrudan doğruya milliyetçiyiz ve Türk milliyetçisiyiz; Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun bireyleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”[4]

“Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk halkına, Türk milleti denir.”[5]

Bu durum, öncelikle çağın özelliğini yansıtır. Milliyetçi akımlarla imparatorlukların yıkılarak, yerine milli devletlerin kurulması ve aynı kültüre mensup toplumların millet yapısına dönüşmeleri, Fransız ihtilâlinden itibaren gelişen yeni değerler oldu.

Başlangıçta Türklerin bu yeni değerleri benimsemesi kolay değildi. Üç kıta üzerinde yükselen bir imparatorluğun kurucusu ve sahibi olarak, elbette farklı kültürleri bütünleştirici bir sistemi savunacaklardı. Fakat başarılı olunamadığı için millileşme yolu açılmış ve dağılan ümmet toplumundan, millet toplumuna geçilmiştir.

Milli Mücadele yılları ise, geçiş sürecini hızlandıran faktör oldu. Zafere ulaşmanın sonunda millet esasına dayalı milli devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Burada göz ardı edilmemesi gereken konu, Mondros’la ve Sevr’le teslim olan, ordularını terhis eden devlete karşılık; silaha sarılan ve mücadeleyi sürdüren bir halkın olduğudur. Başka bir deyişle, hür ve bağımsız yaşama iradesini ortaya koyan millet, inisiyatifi ele almıştır.

Türk tarihinde bir dönüm noktasını oluşturan bu inisiyatifin lideri, hiç kuşkusuz Mustafa Kemal Paşa’dır. Daha Samsun’a çıktığı ilk günlerde Sadarete (İstanbul’daki Başbakanlığa) yazdığı bir raporda, “Türklük, Türk duygusu, milletin egemenlik esası” gibi kavramlar kullandı.[6]

Amasya Tamimi’nde ise, “Vatanın bütünlüğü, milletin istiklali tehlikededir. İstanbul hükümeti üzerine aldığı sorumluluğu gereği gibi yerine getirememektedir” derken, durumun doğru, gerçekçi tespitinde bulunmuş; “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” sözüyle de, çareyi göstermiş oluyordu. Böylece millet esasına ve milli egemenliğe dayalı, siyasi yapının temeli de atılmış olmaktaydı.

Nitekim tamimin ertesi günü, 23 Haziran 1919 tarihinde, İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral A. Calthorpe, Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a çok acil kaydıyla geçtiği şifreli telgrafta;

“Çanakkale savaşlarında ün yapmış bulunan Mustafa Kemal

Paşa’nın, Samsun’a çıktığı günden beri, kendisini milliyetçi

akımın merkezi haline getirdiği” belirtilmekteydi.[7]

Milliyetçi akım, kongreler yoluyla örgütlendi ve seçilen Temsil Heyeti’nin görüş ve kararlarını yaymak amacıyla, Sivas’ta çıkarılan gazeteye “İrade-i Milliye”, Ankara’da çıkarılan gazeteye de “Hâkimiyet-i Milliye”, adı verildi. En önemlisi ise, Meclis-i Mebusan geleneğine rağmen, yeni meclis, Millet Meclisi, olarak açıldı.

Dolayısıyla milli mücadele yılları, Türk adıyla birlikte, millet ve milli kavramlarının yoğun olarak kullanıldığı yıllar oldu. Bu kavramların bağlamında ise, milliyet ve milliyetçilik vardır.

“Neden milliyetçilik” sorusunun bir başka cevabını da, geçmişin analizine dayalı, tehdit algılamasında aramak gerekir. Osmanlı Devleti’nin sadece dış baskı ve saldırılarla değil, aynı zamanda içten gelen eylemler ve etnik hareketlerle yıkılmış olması, milli birliğin önemini artırmaktaydı. Bunun için milli kültürün gelişmesi ve onun yeni nesillere aktarılması gerekiyordu. Bu da ancak, milliyetçilik ilkesine dayalı eğitim ve kültür politikası ile mümkün olabilirdi.[8]

2. Çağdaşlaşma

Çağdaşlaşma konusunu Atatürk’ün tespiti şöyledir:

“Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de çağdaş, bu nedenle batılı bir hükümet oluşturmaktır. Uygarlığa girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir doğrultuda yürümek kararında olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçlendirildiğini gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür!”[9]

Batı dünyasında bilimsel düşünüşe, bilgi birikimine ve teknolojik temellere dayalı yeni bir uygarlığın varlığıyla karşı karşıya bulunulduğu bir zamandı. Bu medeniyet karşısında pasifize olmanın hatta ölüm kalım kaygısına düşmenin bir görünüşü olarak, batılılaşma sürecine girilmiştir. Osmanlının reformlar yoluyla başlattığı bu süreç, Cumhuriyet döneminde devrimlerle sürdürüldü.

Bu süreç içinde her ne kadar garplılaşma, asrileşme, modernleşme ve daha sonra muasırlaşma, onun da eş anlamlısı olarak çağdaşlaşma kavramları kullanılmış ise de, söz konusu olan batılılaşma eylemidir. Ancak Atatürk devrimleriyle sağlanan değişim, “Batı’yı örnek alma ve Batılı gibi olma” yaklaşımının ötesinde, insanlığın ortak birikimi olarak görülen ve son olarak Batı’da yükselen uygarlığa uyum sağlama siyasetini ifade eder. Yani, akıl ve bilimin uygulanmasından kaynaklanan ve yaşamın akışını değiştiren yeni değerlere erişmek ve paylaşmak amacı vardır.

Bu durum, bir yönden Batı’ya karşı, Batı mekanizmalarıyla cevap verebilmek demektir. Nitekim Atatürk, 4 Aralık 1923 tarihinde verdiği demeçte; “Memleket mutlaka çağdaş, medeni ve yenilikçi olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır”[10] demişti.

Büyük Zafer’in ikinci yıldönümü münasebetiyle Dumlupınar’da yaptığı konuşmada ise;

“Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden yoksun olan milletler, hürriyet ve istiklâllerinden soyutlanmaya mahkumdurlar. İnsanlık tarihi, bu dediğimi doğrulamaktadır. Medeniyet yolunda yürümek ve başarmak yaşam şartıdır”[11] demişti.

Öte yandan, herhangi bir dış tehdit bulunmasa dahi, Türklerin de Batılılar gibi çağın nimetlerinden yararlanması ve refaha ulaşmış bir toplum hâline gelmesi gerekiyordu. Türkiye ekonomisinin temeli tarıma dayalıydı. Fakat verimlilikten söz edebilmek mümkün değildi.

Tarımsal faaliyetler son derece ilkel şartlarda ve Orta Çağ usulleriyle yapılıyordu. Diğer taraftan uzun yıllar süren savaşlar çok ciddi can ve mal kayıplarına yol açmıştı. O yıllarda hemen hemen her evde bir dul kadın ve birkaç yetim bulunuyordu. Öyle ki 1927 yılında yapılan nüfus sayımına göre, kadın nüfusu, erkeklerden %8 oranında daha çoktu. 1940 sayımında ise, kadın-erkek oranlarının eşitlendiğini görüyoruz. Dikkat çekici bir başka konu, Türkiye nüfusunun yaklaşık %76’sı köylerde yaşıyordu; ancak 40 bin civarındaki köyün tamamına yakını, çağın getirdiği bütün nimetlerden yoksun durumdaydı. Kaldı ki kentlerde bile eğitim, sağlık, ulaşım ve haberleşme gibi en temel hizmetler oldukça basit biçimde ve sınırlı ölçüde verilmekteydi. Bütün Türkiye’de okuryazar oranı civarındaydı ve bazı köylerde bir tek okur-yazar bile bulunmuyordu. Yeterli sağlık hizmeti olmadığı için, bulaşıcı hastalıklar son derece yaygındı. Dahası doğum üzerine ölen taze gelin ağıtları, bir Anadolu klasiği haline gelmişti. Diğer taraftan kıtlık ve yoksulluk had safhadaydı. Şeker, gaz ve bez gibi temel tüketim maddeleri, varlıklı olanların bile kolayca elde edemeyeceği kadar pahalı ve kıttı. Köyleri kentlere, şehirleri de çevre illere bağlayan bir ulaşım ağı olmadığından, bu durum adeta süreklilik  gösteriyordu.[12]

Sonuç olarak, ihtiyaçlar çok olanaklar azdı. Kısır döngüyü kırabilmek ve kalkınmayı sağlayabilmek için, eğitim ve öğretimin yaygınlaşması ve böylece yaşam biçiminin değişmesi gerekiyordu. Yani doğrudan kültür ile ilgili bir durum söz konusuydu. Ve bu mükemmelce gerçekleştirildi.

II-/1. Tevhid-İ Tedrisat Kanunu’nun Uygulanması

Bundan 98 yıl önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen ve yedi maddeden oluşan Tevhidi Tedrisat /Öğretimin Birliği kanununun, hilafetin lağvı ile ilgili olan maddesi Meclis’te uzun münakaşalara sahne olmuştur. Ancak Şer’iye Vekâleti’nin kapatılması ve Tevhidi Tedrisat yasası tartışmalarında ise kayda değer görüşler ileri süren olmamıştır. Yasanın Meclis’ten çıkmasından sonra, kanunun uygulanmasıyla ilgili olarak Maarif Vekili Vasıf Bey görevlendirildi. Maarif Vekili konuyla ilgili verdiği demeçte şöyle diyordu:

“Memlekette medeni ve çağdaş bir kemali sağlayacak bir terbiye ve maarif siyasetini Yüce Meclisin son kararları tespit ve irade etmiştir. Bu kararları açıklık ve sarahatle uygulamak ve bütün maarif meselelerini, genel öğretim, eğitim akımlarını Cumhuriyetin esas ruhuna uygun bir surette geliştirmek faaliyetinin değişmez bir hedefi olacaktır. (…) Türkiye’de bundan sonra tek bir eğitim, bir tek okul, bir tek öğretim olacaktır.”[13]

Maarif Vekili, gazetelere verdiği beyanatlarda da illere gönderilen genelgeyle paralellik gösteren açıklamalarda bulunmuştur.

Maarif Vekâleti ile ilgili 18 Ekim 1924 tarihli bir belgede, kapatılan Darülhilafe medresesinin 4. sınıfını bitirenlerle 5. ve 6. sınıf öğrencileri İmam ve Hatip Mektebi mezunu sayıldığı ve bunlardan İmam-Hatip olarak görev almak isteyenlerin Diyanet’e başvurması gerektiği belirtilmişti. Başka bir belgeden ise, Tevhidi Tedrisat dolayısıyla kapatılan ilmiye medreselerinin görevli müderrislerinin vaiz olarak görev yapabilecekleri ve müderris iken almış olduğu maaşı alabilecekleri anlaşılmaktadır.[14] Böylece,

* 429 sayılı yasa ile Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kapatılıyor, bunların denetimindeki okullar Maarif Vekâletine devrediliyordu.

* 430 sayılı yasa ile de medrese-mektep ikiliği kaldırılarak, öğretim birliği esası ile birlikte din hizmetlilerinin yetiştirilmesine de bir çözüm getiriliyordu.

* Darülfünunda (İstanbul Üniversitesi) bu amaçla bir İlahiyat Fakültesi açılıyor, ülkenin değişik yörelerinde 29 İmam ve Hatip Mektebi kuruluyordu.

2. Tevhidi Tedrisat Kanunu, Din Eğitimini Ortadan Kaldırmak Amacına Yönelik Değildi

Atatürk, İslam Dini’ni, milli kimliğin oluşmasında en önemli temel unsurlardan biri olarak görmüş ve bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:

“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet milletimizin kalp ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz da.”[15]

Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun Meclis’te yasalaştığı gün, Diyanet İşleri Başkanlığı da kurulmuştur. Böylece gerek okullarda gerek okul dışında din konusunda karşı duruş değil, dinin özünün Kur’an’dan, toplumun her kesimine ulaştırılması konusunda uygulamalar yapıyordu.

Atatürk, saf, temiz ve sade bir din anlayışına sahiptir. İslam Dini’ne sonradan girmiş olan safsata, israiliyyat ve hurafelere, boş inançlara karşı durmuş ve akılcı bir din anlayışını benimsemiştir. İslam Dini’nin özü ile uyuşmayan hurafeleri dine sokanlarla, İslam’ın sadeliğinde ve temelinde var olan, canlı, yapıcı ve hamleci ruhunu bir takım laf kalabalığına  boğanlarla ve her şeyden önemlisi dini, özellikle siyasal ve dünyevi  bir çıkar aracı olarak kullanmak isteyen zihniyetin temsilcileriyle amansız bir şekilde mücadele etmiştir.[16]     

Atatürk’ün, milletimiz için öngördüğü kültür politikalarının temelini oluşturan milliyeçilik ile çağdaşlığın birlikte sağlanacağı eğitimde birlik esaslı Tevhidi Tedrisat Yasası uygulanmaya başladığından itibaren basında zaman zaman konuyla ilgili tartışma kabilinden yazılar çıkıyordu. Bunlarda kanunun, medreseleri kaldırmaya yönelik olduğu ifadelerinin, bu kurumlarla birlikte din eğitim ve öğretimini kaldırma şeklinde anlaşılıp anlaşılmadığı yönünde beyanlara rastlanıyordu. Burada Tevhidi Tedrisat Kanunu’na karşı çıkılan husus,  

- Medreselerin din eğitim ve öğretim kurumları olarak devam etmesi gerektiği,

- Yeni açılan kurumların devamı ve nitelikli din görevlisi yetiştirebilmesi için bunun gerekli olduğu şeklindeki durumdur.

Diğer taraftan gerek Atatürk’ün gerekse İsmet İnönü’nün açıklamaları Tevhidi Tedrisat ile din eğitimi arasında ters bir orantı kurmanın yersizliğini göstermektedir.

Bu açıklamalar, Tevhidi Tedrisat Kanunu ile tutulan amacın din eğitimini ortadan kaldırmak olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu anlamda, medreselerin Tevhidi Tedrisat Kanunu ile kapatılışına bakarak din eğitiminin bu kanuna aykırı ve bu kanunun din eğitimini ortadan kaldırma amacında olduğunu kabul etmek çok yanlış ve yersiz olur. Çünkü medrese demek,  

- Sadece din eğitimi kurumu demek değildir.

- Medreseler, yaklaşık olarak Tanzimat’a kadar yalnız başlarına, ondan sonra da kapatıldıkları döneme kadar diğer eğitim kurumlarıyla birlikte, genel eğitim ve öğretim kurumları olarak görev yapmışlardır.

Bu nedenle, medreselerin kapatılmasını,

- Din eğitim-öğretimini kaldırmak amacıyla değil,  

- Medreselerin gördüğü görevi yapacak modern eğitim ve öğretim kurumlarının kurulmuş olmasıyla açıklamak gerekir.

Şayet amaç, din eğitim-öğretimini ortadan kaldırmak olsaydı, o takdirde Tevhidi Tedrisat Kanunu’nda 4. maddenin yasada yer almaması, bu maddeye dayanılarak Atatürk’ün sağlığında,

* İmam ve Hatip Mekteplerinin (29 adet) ve

* İlahiyat Fakültesi’nin açılmaması,

* Kur’an kurslarının, hem de Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı olarak varlığını günümüze kadar aralıksız sürdürmemesi gerekirdi.

Tevhidi Tedrisat’a kadar devam eden eğitimin dini mi milli mi olacağı ile ilgili tartışmalardan, eldeki bilgiler ışığında da şu sonuca varmak mümkündür. Özellikle Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk, nutuklarında milli bir eğitimin ağırlıklı olacağını ancak, dinî eğitimin bundan ayrılamayacağına işaret etmektedir.

Fakat millilik niteliği ile verilecek olan din eğitimi, çağdaş pedagojik yöntemlerle ayrı ayrı kurumlarda değil, devletin kontrolü altındaki modern eğitim yapan okullarda, diğer derslerle beraber aynı haklara sahip bir biçimde verilecektir. Onun bu düşünceleri Tevhidi Tedrisat’ta bütün okulların Maarife bağlanması ve din görevlisi yetiştirecek yeni kurumların açılması şeklinde ifadesini bulur. Daha açık bir ifadeyle, genel eğitim-öğretim içerisinde din eğitim ve öğretimine bireyin, dini kişiliğinin doğru ve gerçeklere dayalı olarak gelişmesine katkıda bulunulması için yer verilecek, din görevlisi yetişebilmesi için de ayrı okullar açılacaktır.

Atatürk’ün bütün söylevlerinden de anlaşılacağı üzere O da tercihini milli eğitimden yana kullanmış ve tâ Milli Mücadele’nin başlangıcından itibaren de konuşmalarında bunu dolaylı ve dolaysız olarak ifade etmiştir. Ancak Mustafa Kemal Atatürk’ün milli eğitimden amacının din eğitim ve öğretimini dışarıda bıraktığı sonucuna varmak çok yanlış olur. Çünkü din hakkındaki görüşleri ve milli eğitimden ne anladığı ile ilgili düşünceleri, uygulamaları göz önüne alındığı zaman, millilik niteliği önde ancak, din kimliğinin gelişebilmesi için de akli bir din eğitimi ve öğretiminin devletin gözetiminde, devletin okulunda modern bir biçimde verilmesi gerektiği çok rahat bir şekilde görülebilir. Konuşmalarında verilen mesajlarda din eğitiminin tamamen kalkmasından değil, veriliş şekil ve amacının uygun olmayışından bireyleri bir millet haline getirebilmesi için gerekli fonksiyonu yerine getiremeyişinden söz eder. Daha sonraki yıllarda Kur’an’ın Türkçeye çevirisinin yapılması gayretleri de ancak bununla açıklanabilir.

Tevhidi Tedrisat Kanunu’nun getirdiği hükümler incelendiği takdirde, bu yasanın Türkiye’nin gerçeklerine ve gereklerine uygun bir kanun olduğu görülür. Kanun, Türkiye’de din adamı ve din bilgini yetiştirme görevini öteki bütün bilim, fen ve teknik alanlarda ihtiyaç duyulan elemanları yetiştirmek göreviyle birlikte eğitim ve öğretim işleriyle görevli ve sorumlu bir bakanlığa, Milli Eğitim Bakanlığı’na vermektedir. Böylece

- İkili eğitim ortadan kalkıyor,

- Nesillerin yetiştirilmesinde ihtiyaç ve istihdam olanaklarına göre bir öncelik tanıma imkânı kendiliğinden sağlanmış oluyordu. [17]

Memleketteki dini yaşamı düzenleyecek, halka dini açıdan kılavuzluk edecek aydın ve aklıselim sahibi elemanların orta dereceli İmam ve Hatip okullarından yetişebilmeleri, Türkiye’nin çağdaş hâle getirilmesinde halkın birlik ve beraberliğini sağlama, getirilen yenilikleri halka benimsetme, dinin çağdaş pedagojik, psikolojik yöntemler içinde okullarda öğretilmesi yönünden çok yararlı sonuçlar sağlayacak nitelikte idi. Yüksek din bilginlerinin üniversite bünyesi içinde yetiştirilmesi ise, bu ilkede varılan ileri bir görüş olarak büyük bir değer taşımaktaydı.[18]

3. 3 Mart 1924 İle 3 Aralık 1934 Tarihleri Arasında Kabul

Edilen Sekiz Devrim Yasası

Önce, Anayasa’nın sekiz devrim yasasıyla ilgili 174. maddesinin bilinmesi gerekmektedir:

Anayasa’nın Sekiz Devrim Yasası İle İlgili 174. Maddesi:

“Anayasa’nın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyeti’nin laik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasa’nın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin, Anayasa’ya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz.”

3 Mart 1924 ile 3 Aralık 1934 tarihleri arasında kabul edilen sekiz devrim yasası ise, şunlardır:

(1) Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası);

(2) Şapka Kanunu;

(3) Tekke ve zaviyelerle türbelerin kapatılmasına ve türbedarlıklar ile birtakım unvanların men ve ilgasına ilişkin yasa;

(4) Türk Medeni Kanunu ile kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına ilişkin medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110. maddesi hükmü;

(5) Uluslararası rakamların kabulüne ilişkin yasa;

(6) Türk harflerinin kabul ve uygulanmasına ilişkin yasa;

(7) Efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanların kaldırıldığına ilişkin yasa;

(8) Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine ilişkin yasa.

Bu sekiz devrim yasası, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel kurucu değer ve ilkelerinden olan “laik” niteliğini korumak amacıyla çıkartılmıştır. Bu husus Anayasa’nın 174. maddesinde yazılı bulunmaktadır. Dolayısıyla sekiz devrim yasası, Anayasa’nın 2. Maddesinin koruyucu kanatları altına alınmıştır. Bu sekiz yasaya dokunan Anayasa’nın 2. maddesine dokunmuş olur.[19]

Cumhuriyetin kurucu değerleri arasında yer alan millilik, çağdaşlık ve laiklik ilkeleri çerçevesinde Anayasa’nın teminatı altındaki değiştirilemez sekiz devrim yasasının günümüzde olması gerektiği düzeyde uygulanamamış olması, toplumda görülen birçok sorunların kaynağını oluşturmaktadır.

Bu konudaki sorunların tümüne çare olarak, Anayasa’nın 2. Maddesinin koruyucu kanatları bulunan Türkiye’yi Laikleştiren sekiz devrim yasasının tamamının birlikte uygulanmasıdır.

Kaynakça

[1] Ali Ata YİĞİT, Atatürk Dönemi Kültür Politikası, Cumhuriyet Dönemi Türk Kültürü ATATÜRK DÖNEMİ (1920-1938) (kitabı içinde), Ankara, 2009, c. I, s.74.

[2] Ali Ata YİĞİT, Eğitim ve Kültür Açısından Atatürk’ün Getirdiği Modelin Fikri Temelleri ve Hedefleri, Ankara, 1999, Erdem, c. XI, sayı: 33, s.1037-1047.

[3] Prof. Afet İNAN, T.T.K. Belleten, 1968, Cilt: XXXII, No: 128, s. 557.

[4] Mustafa Kemal ATATÜRK,  ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, s.114.

[5] Prof. Afet İNAN, Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, T.T.K. Yayını, s.351.

[6] ATATÜRK’ÜN Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Ankara, 1991, Atam Yayınları.

[7] Bilal N. ŞİMŞİR, İngiliz Belgelerinde Atatürk 1919-1938, Ankara, 1992, Türk Tarih Kurumu Yayını, c. I, s.26 (Foreign Office Archive, Belge-1).

[8] Ali Ata YİĞİT, Atatürk Dönemi Kültür Politikası, a.g. kitap içinde, c. I, s.74-75.

[9] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1989, c. III, s.68.

[10] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c. III, s.94.

[11] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, c. II, s.187.

[12] Ali Ata YİĞİT, Türkiye’de Köy Öğretmeni Yetiştirilmesine Dair Düşünceler ve Denizli ile Kayseri’de Köy Muallim Mekteplerinin Kurulması, Uluslararası Denizli ve Çevresi Tarih ve Kültür Sempozyumu- Bildiriler, Denizli, 2007, Denizli Pamukkale Üniversitesi Yayını, c: I, s.476-486.

[13] “Maarif Vekili Vasıf Bey’in Beyanatı”, Hâkimiyet-i Milliye, No. 1065, 9 Mart 1924, s.2.

[14] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi Diyanet İşleri Reisliği Arşivi, 051. V 35, 5-43-11, Recai DOĞAN, Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tevhidi Tedrisat Çerçevesinde Din Eğitim-Öğretimi ve Yapılan Tartışmalar, s.236’dan naklen.

[15] GENEL KURMAY, Atatürkçülük Atatürkçü Düşünce Sistemi, İstanbul, 1984, Genel Kurmay Başkanlığı Yayınları, Cilt: III, s.457.

[16] Prof.Dr. Ethem Ruhi FIĞLALI, “Atatürk ve Din”, Atatürkçü Düşünce El Kitabı (içinde), AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1995, s.268; Prof.Dr. İsmail YAKIT, “Atatürk ve Din”, İstanbul, 1999, s.16; Sedat ŞENERMEN, Atatürk, İslam ve Laiklik Halifeliğin Kaldırılması, İstanbul, 2017, Nergiz Yayınları.

[17] Recai DOĞAN, “Cumhuriyetin İlk Yıllarında Tevhidi Tedrisat Çerçevesinde Din Eğitim-Öğretimi ve Yapılan Tartışmalar”, Cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye’de Din Eğitimi ve Öğretimi (kitabı içinde), Ankara, 1999, Türk Yurdu Yayınları, s.250, 257.

[18] Sedat ŞENERMEN, Atatürk, İslam ve Laiklik Halifeliğin Kaldırılması, s.129.

[19] Özdemir İNCE, İmam Hatip Saltanatı Ve İMAMOKRASİ, İstanbul, 2015, Tekin Yayınevi, s.49-50.

[20]a

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.