SON DAKİKA
Hava Durumu

Kur’an’da düşünce, ifade ve inanç özgürlüğü

Yazının Giriş Tarihi: 29.01.2022 15:53
Yazının Güncellenme Tarihi: 29.01.2022 03:53

Cumhuriyeti kuran “Kurucu İrade”, “düşünce ve ifade özgürlüğünü” bakın nasıl tanımlıyor? Cumhuriyet döneminde uygulanan bu özgürlük tanımının Kur’an’la karşılaştırmasını yapmak isteyenlere de örnek olmasını diliyorum.

“Her birey istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasal bir düşünceye sahip olmak, seçtiği bir dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına egemen olunamaz.”[1](1930) ATATÜRK

Hukukun varlığı ve işlerliği insan hak ve özgürlüklerine hayat verir. Yüce Allah, kadın-erkek her insanın her zaman ve mekânda özgürlüğüne hiçbir şekil ve yöntemle engel konulmaması ve dokunulmamasını önermekte, buyurmaktadır.

Önce bu özgürlükleri sıralayalım:

* Yüce Allah dünya medeniyetinin anayasasını ve hukukunun temellerini yapıp Kur’an’da ortaya koymuştur (Şûrâ/ 13; Âl-i İmran/ 7)

* Yüce Allah, insanlığa anayasa ve hukuk yapmasını öğretti. Tabii ki önce Elçisi Muhammed’e (a.s) öğretti. Öncelikle ona ve insanlığa âdil olmayı emretti (Mâide/ 49; Nahl/90), sonra müminlere öğretti (Sâd/ 26; Nisâ/ 135; Mâide/ 8).

Demokrasilerde hukuk, adalet süzgecinden geçer; devlet de âdil hukuk süzgecinden geçirilir.. Bu, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş devlet demektir. Hukukun amacı adaletsizliği önlemektir.

Devlet, hukuka saygılı olduğu sürece, hukuk da insanları özgürleştirir. İnsanlar özgürleştiği sürece de devlet meşru ve güvenilir niteliktedir.

Yönetimin keyfiliğinin olduğu bir ülkede hukukun yerini güç, güçlü ve özgürlüğün yerini uşaklık, kölelik almıştır denilir..[2]

* Temel Haklar (En’âm/ 151-153),

* İnanç özgürlüğü (Müzzemmil/ 19; Tekvir/ 26-28; Yûnus/ 99; Kehf/ 29; İnsan/ 29),

* İbadet özgürlüğü (Zümer/ 14-15; Bakara/ 114; Hacc/ 40),

* Düşünce ve ifade özgürlüğü (Müddessir/ 18-25),

* İfade özgürlüğü –kamu düzenini bozacak ifadeler yasaklanır- ama bunun dışında ifade özgürlüğünü tanır. Düşünce özgürlüğü olunca, onun ifade özgürlüğü de olmalıdır. (Furkân/ 72; Nûr/ 4; 13; Hucurât/ 12),

* Gizli-âşikâr toplantı yapma özgürlüğü (Mücadele/ 7-10),

* Öğretim özgürlüğü (İbrahim/ 9; 13-17),

* Seyahat özgürlüğü (Kureyş/ 1-4),

* Özgürlük uğruna çalışma özgürlüğü (Beled/ 13; Bakara/ 177),

* Seçme özgürlüğü (Yûnus/ 99; İbrahim/ 3; İnsan/ 3),

* Davranış özgürlüğü (Bakara/ 256). Davranış özgürlüğünün olmadığı yerde suç ve ceza, günah ve ceza, ahlâk olmaz. Kur’an’daki ve hukuktaki cezaların varlığı, bu özgürlüğün varlığına delildir.[3]

I-) İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ

1. Elçi Bile Muhatabını İnanç Konusunda Zorlayamaz

“Şüphesiz ki yukarıda anlatılanlar, Kur’an bir öğüt vericidir/ düşündürücüdür. Onun için, dileyen Rabbine doğru bir yol edinir.” (Müzzemmil/ 19)

“Durum böyleyken siz nereye gidiyorsunuz? Bu (Kur’an), âlemler için; sizden doğru gitmek isteyenler için öğütten başka bir şey değildir.” (Tekvir/ 26-28)  

99Oysa Rabbin dileseydi, elbette yeryüzündekilerin hepsi topluca inanırdı. Artık, inanan kimseler olmaları için, insanları sen mi zorlayacaksın?”

100Allah’ın izni /bilgisi olmaksızın, hiç kimse için iman etme yoktur. Ve Allah, kirliliği /azabı aklını kullanmayanların üzerine bırakır.” (Yûnus/ 99-100)

Bu ayetlerde peygamberimiz teselli edilmektedir. Kavminin, akrabalarının inanmasını isteyen Allah’ın Elçisi Muhammed (a.s), onlardan birçoğunun inanmaması nedeniyle büyük bir üzüntü içerisindeydi. Rabbimiz bu ayetleriyle elçisini teselli ederken konuyla ilgili olarak ortaya üç de ilke koymaktadır. Bunlar:

* Allah’ın herkesi serbest bıraktığı, elçinin kimseyi zorlamaması gerektiği;

* Allah’ın izni olmadan kimsenin iman edemeyeceği;

* Allah’ın, aklını kullanmayanlar üzerine pislik, azap yağdırması ilkeleridir.

“De ki: “İşte, en kesin ve üstün delil, Allah’ındır. O nedenle eğer Allah dileseydi, elbette hepinize kılavuz olurdu.” (En’am/ 149)

“Dinde zorlamak /tiksindirmek yoktur; iman, Allah’ın ilâhlığını ve rabliğini bilerek reddetmekten; iyi kötüden, güzel çirkinden, doğruluk sapıklıktan kesinlikle iyice ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûta küfreder; onu tanımaz Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, en iyi işitendir, en iyi bilendir.” (Bakara/ 256)

2. İsteyen Kendi Özgür İradesiyle İnanır, Yahut Reddeder

“Ve de ki: “O gerçek, Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen bilerek reddetsin /inanmasın.” Şüphesiz Biz, şirk koşarak yanlış, kendi zararlarına iş yapanlar için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O, ne kötü bir içecektir! Dayanma /sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!” (Kehf/ 29)

Kehf/ 29’daki “O hak (gerçek), Rabbinizdendir. O nedenle dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin” ifadesiyle herkese tam bir özgürlük tanınmakta, insanların bu gerçeği kabul edip etmemekte serbest olduğu bildirilmektedir. Kısacası “dileyen dilediğini yapsın” denilmektedir.  Sonucuna katlanmayı göze almak şartıyla herkesin istediği inanca sahip olmakta serbest olduğu bundan evvel de birçok yerde detaylı olarak sunulmuştu:

Herkesin inanç tercihinde serbest olduğu bildirilen 29. ayetin devamında “Şüphesiz Biz zalimler için duvarları, çepeçevre onları içine almış bir ateş hazırladık. Ve eğer yağmur yağsın isterlerse, erimiş maden gibi yüzleri haşlayan bir su yağdırılır. O ne kötü bir içecektir! Dayanma /sığınma yeri olarak da ne kadar kötüdür!” denilerek yanlış tercih yapanların nelere katlanmayı göze almaları gerektiği de açıkça bildirilmiştir.

Dileyen inanır, dileyen inkâr eder

“Şüphesiz Biz, insanı karışık bir nutfeden oluşturduk. Onu yıpratacağız /yükümlülükler vereceğiz. Bu nedenle onu çok iyi işitici, çok iyi görücü yaptık; iyiyi kötüyü ayıracak bilgileri yollayarak bilgilendirdik. Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik, ister kendisine verilen nimetlerin karşılığını ödeyen (inanan) biri olsun, ister nankör.” (İnsan/ 2, 3)

Bu ayetler, Rahmân suresindeki, “Rahmân, Kur’ân’ı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti” ayetlerini açmaktadır. İnsan, önce hiçbir şey değildi; değer verilecek bir özelliği yoktu, açıkça sıradan bir hayvandı. Sonra da ilâhî lütfa mazhar kılınarak kendisine temyiz kabiliyeti; iyiyi, güzeli, çirkini, zararı, yararı ayırt etme imkânı verildi.

Buradaki “çok iyi işitici, çok iyi görücü olmak”, insanın ayırt etme, gidilecek yolu seçme yetisinden kinayedir. Bunun örneği Meryem sûresi'nde görülebilir:

“Bir zaman o, babasına: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir yararı olmayan şeylere niçin kulluk ediyorsun? Babacığım! Şüphesiz sana gelmeyen bir bilgi bana geldi. O hâlde bana uy da, sana dosdoğru bir yolu göstereyim. Babacığım! Şeytana kulluk etme. Şüphesiz şeytan Rahmân’a (yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah’a) âsi oldu. Babacığım! Şüphesiz ben, sana Rahmân’dan bir azap dokunur da şeytan için bir yol gösteren, koruyan, yardım eden bir yakın olursun diye korkuyorum” demişti.” (Meryem/ 42-45)

Allah, insana temyiz yetisini verdikten sonra elçi gönderip kitap indirerek doğruyu da göstermiş ve kişiyi özgür iradesiyle baş başa bırakmıştır: “Şüphesiz Biz, ona yolu gösterdik; ister şükredici (inanan) olsun, ister nankör (kâfir).”

“Şüphesiz bu, bir öğüttür. Artık dileyen kişi Rabbine doğru yol edinir.” (İnsan/ 29)

“Zaten siz, Allah’ın dilediğini dilersiniz. Şüphesiz Allah, en iyi bilendir, en iyi yasa koyandır, dilediğini rahmetine sokar. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlara da, acıklı bir azap hazırlamıştır.” (İnsan/ 29-31)

Bu, İnsan/ 29-31. ayetlerden oluşan paragrafta, indiriliş sırasına göre bir önceki Rahmân sûresinden itibaren İnsan suresinin başından bu yana yapılan beyannamelerin /açıklamaların bir öğüt olduğu ve insanların zorla inanmaya yönlendirilmediği bildirilmektedir. İnsan/ 29’da Yüce Allah, insana kılavuzluk yapmak, onu eğitmek ve onu doğru yola yönlendirmek için öğüt vermektedir:

“Ve eğer Allah dileseydi kesinlikle onları bir tek önderli toplum yapardı. Fakat O, dileyeni rahmetinin içine girdirir. Şirk koşarak yanlış; kendi zararlarına iş yapanlar da, kendileri için bir koruyucu, yol gösterici yakın ve bir yardımcı olmayanlardır.” (Şûrâ/ 8)[4]

İnsan/ 29’da yer alan “dileyen /men şâe” ifadesi, insanı özgür bıraktığını ifade etmektedir. “Dileyen Rabbine bir yol tutar” derken, yolu tutma eylemini insanın gerçekleştireceğine ve dileme ile birlikte o tolu seçme işini yine insanın özgür düşünce ve kararı ile yapacağına işaret etmektedir. Demek ki herkes, Allah’a giden yola girme seçeneğini özgürce yapabilir ve o yola özgür eylemi ile girebilir. Yüce Allah “şu yoldan gideceksin” diye insanı zorlamaktadır.

“Zaten siz, Allah’ın dilediğini dilersiniz.” (İnsan/ 30)

Bir önceki ayete bağlı olarak, bu ayete bu anlam verilmelidir. Bu ayete “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz” manasını vermek, Kur’an’ın insana tanıdığı özgürlüğü ortadan kaldırmakta ve bir önceki ayete ters düşmektedir.

Peki, bu ayeti bir önceki ayetle beraber nasıl açıklarız?

Dileyen kimse Rabbine bir yol tutunca, Allah’ın dilemiş olduğunu dilemiş demektir. Yüce Allah’ın dileği, bize verdiği öğüdü tutup o’nun yoluna girmemizdir. İşte Allah’ın yoluna giren kişi de, Allah’ın dilediğini özgür dilemesi ie yerine getirmiş demektir. Ama insanın, Yüce Allah’ın dilediğini yerine getirmeme özgürlüğü de vardır. Ama bu kişi, özgür iradesi, dilemesi ile Allah’ın öğüdünü, Allah’ın dilediğini dilemiş ve ona giden yolu seçmiştir.[5]

Yüce Allah, insana öğüt veriyor, dilediğini bildiriyor, insan bu dileği, bu öğüdü tutunca O’nun yoluna girmeyi diliyor ve Allah da onun eylemini dileyip yaratıyor. İnsanın dilemesi ile Allah’ın dilemesi arasındaki ilişki sistemini bu şekilde elealırsak kur’an okulunun özgürlükler hakkındaki drsini anlamış oluruz; o zaman şu ayetlerin (En’âm/ 35; Yûnuz/ 99; Kehf/ 29) hakkını vermiş oluruz.

II-) DÜŞÜNCE VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ

1. Allah, Muhammed’i (a.s) İnanç, İnsan Hakları, Adalet, Kadının Değeri, Ekonomik Sömürü Gibi Derin Sorunları İlâhi Vahiyle Çözmesi İçin Elçi Olarak Görevlendirdi

“Şüphesiz o, düşündü ve ölçü koydu. –Artık o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu! Yine o mahvoldu. Nasıl bir ölçü koydu!– Sonra baktı. Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi de: “Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.” (Müddessir/ 18-25)

Muhammed’in (a.s) Arap toplumundan itibaren kıyamete kadar Allah Elçisi olarak görevlendirildiği dönemde, Arap toplumunda Firavun zamanında olduğu gibi toplumsal yaşam, zulüm, insan hak ve özgürlüklerini çiğnemek yönünden çok büyük benzerlikler vardı. (Aynı benzerliklere dünyanın değişik bölgelerinde kıyamete kadar günümüzde de olduğu gibi, rastlamak mümkün olacaktır.) Artık Arap toplumunun bir bölümü davranışları yönünden Firavun hâline gelmişti.

Müzzemmil/ 15. ayetinde elçinin şahit olması (rasûlen şâhiden), şahit elçi, yani örnek elçi olması, “insanların sorunlarını çözen Allah’ın Elçisi olması”, demektir. Böylece Allah Elçiliği görevlerinden biri olan “şahitlik” burada gündeme getirilmektedir. O dönemin toplumunda inanç, insan hakları, adalet, kadının değeri, ekonomik sömürü gibi derin sorunlar vardı. Elçi, bunları Allah’tan kendisine gelen ilâhi vahiylerle çözmesi ve ahlâk yönünden de örnek olması için görevlendirilmiştir. Şahit aynı zamanda ‘hakikate tanıklık etmek’ anlamına da gelmektedir. Ayrıca ayette geçen “ileyküm /size” ifadesi, Elçi Muhammed’in (a.s) sadece Araplara değil, tüm insanlığa gönderilmiş olduğunu da göstermektedir.

Müddessir/ 18-25’de yer alan sekiz ayette İslam ve Kur’an düşmanlarının ‘düşünce, değerlendirme ve psikolojik davranışlarının’ analizi yapılmaktadır.

Müddessir/ 18’de o dönemde ve sonraki zamanlarda toplumda, iblis egemen kişilerin de mutlaka olacağına ve onların da zihinsel eylemde bulunacaklarına işaret edilmektedir. Bu insanlar fikir üretirler, ama fikirleri kötülüğü emreden (emmare) nefislerinin ve geçmiş yoz kültürlerinin doğrultusunda hareket eder (Fikretmek, iblis egemen kişinin; düşünmek aklıselim sahibi kişinin zihinsel eylemidir). Onların beynine geçmiş kültürün prangaları vurulduğu için bir türlü kendilerini bunlardan kurtaramazlar.

Müddessir/ 18’de yer alan kaddera fiili, “takdir etmek, ölçmek ve değerlendirmek” anlamına gelmektedir. Önce fikretti (fekkera), ardından değerlendirmesini yaptı. Ölçüp biçmek, yani değerlendirme yapmak, fikretmesinin ardından gelmektedir.

Müddessir/ 19-20’de Yüce Allah, o kişinin fikir üretmesini değil de, insanlığa hayrı ve yararı olmayan kararını, değerlendirmesini, ölçüp biçmesini lânetlemektedir. Onun kararının sübjektif olduğunu ve değerlendirmesinin lâneti hak ettiğini bildirmektedir.

Böylece Yüce Allah, bize, beynindeki fücura da takvaya da yeteneği olan güçlerinden hangisini kullandığına göre, her düşünen insanın doğru değerlendirme yapamayacağını anımsatmanın, değerlendirmenin ve düşüncenin doğru veya yanlışlığının delili olduğunu öğretmektedir.

Buradan çıkan sonuç, Allah’ın ayetleri, yani Kur’an hakkında taraflı düşünüp yanlış değerlendirme yapmak Allah’ın lânetini getirmektedir.  

“Sonra yüzünü buruşturdu, kaşlarını çattı. Sonra, arkasını döndü ve böbürlendi /kibirlendi de...” (Müddessir/ 21-23)

Bu kişinin fücura olan yeteneğiyle yanlış fikretmesi, yanlış değerlendirmesi ve bunların sonucundaki inkârı yüzüne bu halleriyle yansıdı. İnsanın yüzü, içini dışarı döken bir kapı veya aynadır. Aslında onun kaş çatması, surat asması, onun beynindeki fücura olan yeteneğinin işlevselleşmesinden doğan inkârın kaş çatması ve surat asması idi. Yüz ifadesi ile Kur’an’a karşı tavrını koymuştu. Arkasını dönmek bir dış hareket iken, kibir de tamamen bir psikolojik durumu anlatmaktadır. Böylece arkasını /sırtını Kur’an’a, Allah’ın ayetlerine, yüzünü de inkâra döndürdü. Allah’ın Elçisi’ne ve Kur’an’a iman etmeyi, daha doğrusu hakka imanı kabullenmesine kibri mani oldu, onu kabullenmeyi gururuna yediremedi. Böylece Yüce Allah, inkârın ana nedenlerinden birinin kibir psikolojisi olduğuna işaret etmiş oldu[6] da o kişi şöyle demişti:

“Bu, söylenti hâlinde gelen bir büyüden başka bir şey değil. Bu, beşer sözünden başka bir şey değil” dedi.” (Müddessir/ 24-25)

Yüce Allah, kâfirlerin Kur’an etrafında oluşturdukları ve estirdikleri kuşkuları bize açıklarken, aynı durumun farklı yöntemlerle kıyamete değin süreceğine işaret etmektedir. Ancak İslam’ı tebliğde uygulanacak yöntemi Nahl/ 125 ve Furkân/ 52. ayetlerinde açıklamaktadır. Bu yöntem akıl, bilim ve eğitimle ikna yoludur. Ama kafa kesme, dayatma asla değildir.

Son ayette söz konusu edilen zihinsel eylem tefekkür değil, gelişi güzel fikirdir. Tefekkür /düşünmek, fikirden farklıdır. Eğer inkârcı, tefekkür edebilseydi böyle yapmazdı. Geleceği ile ilgili inançlar ve ilkeler belirlerdi. Bu gelişi güzel fikirler ahretin yokluğu, eğer varsa bile malı-mülkü ve oğulları sayesinde ondan yakasını kurtarabileceği, hatta en kötü şartlarda nasıl olsa ahrette günahlarının cezasını çektireceği bir kimse satın alabileceği şeklindeki temelsiz planlarıydı.

Alak, Kalem ve Müzzemmil surelerinde mal, mülk ve evlâtlarına güvenerek tağutlaştıkları /azıp sapkınlaştıkları anlatılan sembol kişilikler, benzer nitelikleriyle bu ayetlerde de anlatılmaktadır. İlk vahiy döneminde bu sembol kişiler muhtemelen Velid bin Muğîre, Ebucehil, Abdü’l-Uzza gibi insanlardı. Kur’an, bunların adlarını açık açık vermez, adları yerine karakterlerini, sıfatlarını belirterek uğrayacakları fena sonu açıklamakla yetinir. Bu yaklaşım ve konuyu ele alış biçimi, verilen örneğin her zaman, her çağda ve her yerde geçerli olduğunu gösterir. Kısacası, Velid b. Muğîreler, Ebucehiller, Abdü’l-Uzzalar ve bunların grupları, yandaşları, arkadaşları, ortakları ve işbirlikçileri her zaman vardır ve kıyamete kadar da var olacaktır. Uğrayacakları kötü akıbet de hep aynı olacaktır.[7]

2. Boş, Yararsız, Lüzumsuz, Söz ve Davranışlardan Uzak Durmak

“Ve Rahmân’ın kulları, yalan yere tanıklık etmezler, boş bir şeye rastladıkları zaman saygın bir şekilde geçerler.” (Furkân/ 72)

Furkân/ 63’den önceki ayetlerde Allah’ın sonsuz cömertliğinden yararlanmaları için insanlara açık çağrılar yapılmış ve sunulan bu imkânlara sırt çevirenlerin varlığından söz edilmişti. Furkân/ 63–74. ayetlerinde ise, bu davete uyarak Rahman’a kul olanların sahip oldukları nitelikler belirtilmekte, böylece herkesin örnek alması gereken ideal insan tipi tanımlanmaktadır:

Yeryüzünde yürürken böbürlenerek değil tevazu ile yürürler.

Rahman’ın kullarının yürüyüşleri onların; yumuşak huylu, güzel ahlâklı, doğru düşünceli olduklarını belli edecek şekilde, tevazu ile olmalıdır. Büyüklenerek yürümek ise zalimlere has bir davranıştır.

“Ve yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Şüphesiz ki sen asla yeri yaramazsın ve boyca dağlara erişemezsin.” (İsra/ 37)

“Ve insanlara avurdunu şişirme, suratını asma ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Şüphesiz ki Allah, bütün övünen ve kuruntu edenleri sevmez.” (Lokman/ 18)

Firavun bozuntularının yürüyüşleri ise Kıyamet suresinde belirtilmiştir:

“Fakat o, ne onayladı, ne destekledi. Fakat o, yalanladı ve geri durdu. Sonra da gerine gerine yakınlarına gitti.” (Kıyamet/ 31–33)

Rahmanın aklıselim sahibi kullarına cahil kişiler sataştıklarında onlara uymaz, sadece “selâm!” deyip geçerler.

Ayette “cahiller” olarak nitelenenler, okuma yazma bilmeyen ve öğretim görmemişler değil, kaba ve küstah kişilerdir. Rahman’ın kulları, kendilerine kaba ve küstahça davranan cahillerle karşılaştıklarında onlara esenlik dileyip yollarına devam ederler ve bu kişilere karşı ne kin beslerler, ne de hınç duyarlar.

Furkân/ 72’de yer alan “el-lağv” sözcüğü, “boş, yararsız, lüzumsuz, söz ve davranışlar” anlamına gelmektedir. Aklın mayalamadığı, onun süzgecinden geçmeyen, kişinin kendisine ve çevresine yarar sağlamayan söz ve davranışlar bu sözcüğün amlam kapsamındadır.[8]

İşte böylesine fayda vermeyen, seviyesi düşük söz ve uygulamalara rastlayınca gerçek müminler bu ortamlardan vakar ile geçip giderler.

Nûr/ 4; 11-13; Hucurât/ 11-12. ayetlerinde kişilerin özgürce davranışlarının olumsuz etkilenmemesi için şu ahlâkî kurallar konulmuştur:

• Mümin erkeklerden bir topluluk bir topluluğu alaya almasın; zira alay ettikleri topluluk kendilerinden hayırlı olabilir. Kadınlar da başka kadınları alaya almasın; zira alay ettikleri kadınlar, kendilerinden hayırlı olabilir.

• Müminler kendilerini ayıplamamalı, küçük düşürmemelidir; birbirlerini de lakaplarla küçük düşürmemeli, küçümsememelidir. (İmandan sonra fâsıklık ile adlanmak ne kötü şeydir! Ve kim tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.)

• Müminler zannın birçoğundan da sakınmalıdır. Şüphesiz zannın bir kısmı zaman kaybına neden olan şeylerdendir /hayırda ağırdan almadır /zarar vermedir /kusur oluşturmadır.

• Müminler birbirinin kusurunu araştırmamalı, gıybetini yapmamalıdır. (Sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bunu çirkin buldunuz. Allah’a da takvâlı davranın. Şüphesiz Allah, Tevvâp’dır, Rahîm’dir.)

Her yerde ve her zaman geçerli olan ahlâkî kurallar içeren bu ayetlerde, insanların özeline girmemeyi, özgürce davranmaları konusunda etki yapılmaması önerilmektedir.[9]

Buradaki, “Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır” ifadesi, yukarıdaki fâsığın getirdiği haberin tahkik ve tespit edilmesi buyruğunu pekiştirmektedir. Zann hususunda daha önce de uyarılar yapılmıştı:

“Oysaki onların bu konuda hiçbir bilgisi yoktur. Onlar yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise “Hak”tan hiçbir şey kazandırmaz.” (Necm/ 28)

“Ve onların çoğu, ancak bir zanna uyarlar. Şüphesiz ki zan, “hak”tan hiçbir şey kazandırmaz. Şüphesiz Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir.” (Yûnus/ 36)

Ayetlerin sonunda Allah, tevvâb (tevbeleri çokça kabul eden) olarak nitelendirilerek, bu ahlâksızlıkları işleyenlere dönüş fırsatı verildiğine işaret edilmektedir; kul işlediği suçlardan dönerse, Allah onu cezalandırmaktan dönecektir.

Yazıyı, Atatürk’ün Cumhuriyet döneminde uyguladığı “inanç özgürlüğü” bağlamındaki temel görüşü ile tamamlamak isterim.

“Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir. Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir. Din ve mezhep, hiçbir zaman siyaset aracı olarak kullanılamaz.”[10] ATATÜRK

Kaynakça

[1] Prof.Dr. Afet İNAN, Medeni Bilgiler Ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara, 1969, TTK Yayını, s.470.

[2] Yusuf Ziya KIVANÇ (ziya@haberpars.com), Devlet Adaleti Kapatır Mı...?, https://www.haberpars.com/yazarlar/yusuf-ziya-kivanc/devlet-adaleti-kapatir-mi/765/ , 19 Ocak 2022.

[3] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Medeniyetlerin Batışı, İstanbul, 2021, Düşün Yayıncılık, s.250-251.

[4] Ayrıca bkz. HÛD/ 15; 28; ZÜMER/ 14-16; YÛNUS/ 99; 108; NAHL/ 9; 36; 93; İSRÂ/ 15; 18; SECDE/ 13; TEĞÂBÜN/ 2; KÂFİRÛN/ 6; FUSSILET/ 40; MÂİDE/ 48; ŞÛRÂ/ 20; EN’ÂM/ 35; RA’D/ 31; ŞU’ARÂ’/ 3-4

[5] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.20, s.233.

[6] Prof.Dr. Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, İstanbul, 2007, c.20, s.131-134.

[7] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.1, s.110-111.

[8] Bayraktar BAYRAKLI, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, c.13, s.551.

[9] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, 2015, c.8, s.179-380.

[10] Kılıç ALİ, Atatürk’ün Hususiyetleri, İstanbul, 1955, Sel Yayınları, s.57.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.