En yakındığımız ve formüle ettiğimiz konulardan biridir, ‘’Bu yeni nesil bizi dinlemiyor, anlamıyor” ifadesi.
Çok maharetli olduğumuz sıyrılma özelliğimizle, sorumluluğu gençlere yansıtıverir ve rahatlarız ama hiç aklımıza gelmez, sormaz, merakta etmeyiz, ‘’peki aynı kuşaklar, aynı yaş gurupları, siyasetçiler, aydınlar(!), kanaat önderleri ya da Müslümanlar birbirini anlıyor mu?’’ diye.
Anlıyor muyuz peki?
Ya da içi boş, dışı parlak olan zorlama ‘’hoş görülü’’ görünmek için anlıyor(muş) gibi, dinliyor(muş) gibi mi yapıyor veya sloganlarla mı konuşuyoruz?
Kelimelerin davranışları-amelleri/icraatları-davranışların gerçek inançları, duyguları yansıtmadığı, kimsenin kimseye sırtını dönemediği, sinsi bir ortamı hep birlikte oluşturarak kendimizi mi kandırıyoruz acaba?
Hırpalayıcı ve yaralayıcı bir durum bu.
Dikkat edildiğinde görülecektir ki, biz çok uzun zamandır her şeyi ‘’hayır’’ diye diye yapıyoruz.
Öyle bir haldeyiz ki, bir şeyi yapmaya inandıysak bilin ki ruhumuz ‘’hayır’’ diyordur ya da tersi ruhumuz ‘’hayır’’ diyorsa, yapmak istemiyorsak bilin ki yapmamız lazım ve yapıyoruz.
Ne muhteşem(!) bir çelişki!
Belki de bunu, hayatta kalmak ve medeni(!) olmak için tek yolun ‘’Batılılaşmak’’tan geçtiğini, batılılaşmak için de kendimize has özümüzün, kimliğimizin, kadim değerlerimizin yok edilmesiyle mümkün olabileceği gibi bir yapay/taklit inancın önümüze konması sağlıyor.
Yani bir yandan kendimizi yok etmek için elimizden gelen gelmeyen her şeyi yapıyor, diğer yandan yok olmamak için direniyoruz.
Bir insanın ve ait olduğu milletinin, fıtratına/doğasına aykırı bu zorlamayı yapması için, tarihin bir noktasında, keskin bir kırılmanın olması gerekiyor.
Bu çelişkinin en önemli sonuçlarından biri olmalı birbirimizi anlamamamız.
Mesela Alev Alatlı, bu duruma ‘’toplumsal afazi’’ diyerek, açıklama yapıyor; ‘’Çünkü kimsenin başına taş düşmedi ama Türkiye insanının tıpkı sarsıntı geçirmiş ‘afazi’ hastaları gibi, söylenenleri söylendiği biçimde anlamadıkları, ağzından çıkanı formüle edemedikleri, söylemek istediklerini, istedikleri gibi söyleyemedikleri bir duruma itilmiş olduklarını düşünüyorum, görüyorum.”
Ve devam ederek; ‘’Yani organik bir rahatsızlığa, yaralanmaya, hasarlanmaya bağlı olmayan, organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görülebilen ama yazılışı ve okunuşu aynı olan kelimelerin taban tabana zıt anlamlarda algılanmasına neden olan, toplumsal katmanlardaki iletişim yollarını tamamen kapatan ve farkında olmadan zihniyetimizi, ahlakımızı, siyasetimizi, üslubumuzu, kişisel ilişkimizi ve sosyolojik yaşantımızı derinden etkileyen bir 'toplumsal' zihin hastalığıdır” diyor.
Bu yaklaşımlar çerçevesinde resme baktığımızda görünenler aslında hepimizin bildikleri.
Su dediğimizde aynı şeyleri mi anlıyoruz ya da Rusya, Amerika, Soros, BOP dediğimizde aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Ya da sinsice ve kurnazca kavramların içini boşaltıp kendi çıkarlarımıza uygun olarak doldurup tedavüle mi sürüyoruz?
Velhasıl kelimelerin, kavramların izi yok beynimizde.
Belki aynı şeyi anladığımız bir ‘’dağ’’, bir de ‘’turna kuşu’’ kaldı.
Çoğumuz yaşamıyor mu?
Muhataba ‘’A’’ dediğimizde, ‘’B’’ olarak anlaşıldığımızı ve daha da kötüsü ‘’A’’ dememize rağmen, hayır sen ‘’B’’ dedin, ‘’C’’ dedin diye kendimizden şüphe eder hale getirildiğimizi.
Niye böyle niye?
Derler ya bu pilav daha çok su kaldırır…
Yorum Ekle
Yorumlar (0)
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
Söz Bursa
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ümit CAN
Başımıza taş düşmedi ama!
En yakındığımız ve formüle ettiğimiz konulardan biridir, ‘’Bu yeni nesil bizi dinlemiyor, anlamıyor” ifadesi.
Çok maharetli olduğumuz sıyrılma özelliğimizle, sorumluluğu gençlere yansıtıverir ve rahatlarız ama hiç aklımıza gelmez, sormaz, merakta etmeyiz, ‘’peki aynı kuşaklar, aynı yaş gurupları, siyasetçiler, aydınlar(!), kanaat önderleri ya da Müslümanlar birbirini anlıyor mu?’’ diye.
Anlıyor muyuz peki?
Ya da içi boş, dışı parlak olan zorlama ‘’hoş görülü’’ görünmek için anlıyor(muş) gibi, dinliyor(muş) gibi mi yapıyor veya sloganlarla mı konuşuyoruz?
Kelimelerin davranışları -amelleri/icraatları- davranışların gerçek inançları, duyguları yansıtmadığı, kimsenin kimseye sırtını dönemediği, sinsi bir ortamı hep birlikte oluşturarak kendimizi mi kandırıyoruz acaba?
Hırpalayıcı ve yaralayıcı bir durum bu.
Dikkat edildiğinde görülecektir ki, biz çok uzun zamandır her şeyi ‘’hayır’’ diye diye yapıyoruz.
Öyle bir haldeyiz ki, bir şeyi yapmaya inandıysak bilin ki ruhumuz ‘’hayır’’ diyordur ya da tersi ruhumuz ‘’hayır’’ diyorsa, yapmak istemiyorsak bilin ki yapmamız lazım ve yapıyoruz.
Ne muhteşem(!) bir çelişki!
Belki de bunu, hayatta kalmak ve medeni(!) olmak için tek yolun ‘’Batılılaşmak’’tan geçtiğini, batılılaşmak için de kendimize has özümüzün, kimliğimizin, kadim değerlerimizin yok edilmesiyle mümkün olabileceği gibi bir yapay/taklit inancın önümüze konması sağlıyor.
Yani bir yandan kendimizi yok etmek için elimizden gelen gelmeyen her şeyi yapıyor, diğer yandan yok olmamak için direniyoruz.
Bir insanın ve ait olduğu milletinin, fıtratına/doğasına aykırı bu zorlamayı yapması için, tarihin bir noktasında, keskin bir kırılmanın olması gerekiyor.
Bu çelişkinin en önemli sonuçlarından biri olmalı birbirimizi anlamamamız.
Mesela Alev Alatlı, bu duruma ‘’toplumsal afazi’’ diyerek, açıklama yapıyor; ‘’Çünkü kimsenin başına taş düşmedi ama Türkiye insanının tıpkı sarsıntı geçirmiş ‘afazi’ hastaları gibi, söylenenleri söylendiği biçimde anlamadıkları, ağzından çıkanı formüle edemedikleri, söylemek istediklerini, istedikleri gibi söyleyemedikleri bir duruma itilmiş olduklarını düşünüyorum, görüyorum.”
Ve devam ederek; ‘’Yani organik bir rahatsızlığa, yaralanmaya, hasarlanmaya bağlı olmayan, organik açıdan tamamen sağlıklı beyinlerde de görülebilen ama yazılışı ve okunuşu aynı olan kelimelerin taban tabana zıt anlamlarda algılanmasına neden olan, toplumsal katmanlardaki iletişim yollarını tamamen kapatan ve farkında olmadan zihniyetimizi, ahlakımızı, siyasetimizi, üslubumuzu, kişisel ilişkimizi ve sosyolojik yaşantımızı derinden etkileyen bir 'toplumsal' zihin hastalığıdır” diyor.
Bu yaklaşımlar çerçevesinde resme baktığımızda görünenler aslında hepimizin bildikleri.
Vatan dediğimizde, Kur’an, Bayrak, Türkiye, Kadın, Çocuk, İslam, Müslüman, Milliyetçilik, İnsan, Ahlak, Hayvan, Toprak, Ağaç,
Su dediğimizde aynı şeyleri mi anlıyoruz ya da Rusya, Amerika, Soros, BOP dediğimizde aynı şeyleri mi düşünüyoruz?
Ya da sinsice ve kurnazca kavramların içini boşaltıp kendi çıkarlarımıza uygun olarak doldurup tedavüle mi sürüyoruz?
Velhasıl kelimelerin, kavramların izi yok beynimizde.
Belki aynı şeyi anladığımız bir ‘’dağ’’, bir de ‘’turna kuşu’’ kaldı.
Çoğumuz yaşamıyor mu?
Muhataba ‘’A’’ dediğimizde, ‘’B’’ olarak anlaşıldığımızı ve daha da kötüsü ‘’A’’ dememize rağmen, hayır sen ‘’B’’ dedin, ‘’C’’ dedin diye kendimizden şüphe eder hale getirildiğimizi.
Niye böyle niye?
Derler ya bu pilav daha çok su kaldırır…