Geldik “Kuşatılan Türkiye” yazı serimizin altıncısına…
Ülkemizin siyasi, askeri ve ekonomik alanlar gibi somut,
Etnik/ dinsel/zihinsel/ kültürel alanlar gibi soyut,
Demografik işgal ve bu milletin biyolojik/ karakteristik genetiğini bozmayı hedefleyen ‘’Cinsiyetsizleştirme/LGBT’’ projeleri gibi hem somut hem de soyut anlamdaki kuşatma karşısında aklıma iki isim geliyor:
Yokluklar içinde yedi düvele karşı savaşıp düşmanı bu topraklardan kovan Atatürk ile Endülüs'te İslam hakimiyetini sağlayan ve bugün kullandığımız “gemileri yakmak” deyimiyle özdeşleşen karakter Tarık bin Ziyad…
Son iki yüz yıldır darbe üstüne darbe alan bu millet, Cumhuriyet’in başında yaşadığı kısa soluklanmadan sonraki 60 yılda altı oyularak, 2000’lerden bugüne artık kaybedeceği bir finale getirildi.
Ne kadar geçiştirsek de gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacağız.
Durumumuz:
711’de, Cebelitarık’ta karaya ayak bastıktan sonra gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad’ın ordularına seslendiği hale benziyor.
Ne demişti komutan:
‘’Askerlerim, Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur.”
Baktığımızda bu topraklardan kaçamayacağımız, kaçsak da dünyada ve ahirette bu toprakları bize vatan kılanların yüzüne bakamayacağımız netlikte bir resmin içindeyiz.
Ve bu resme göre İblis’in, insanı önünden, arkasından, sağından, solundan kuşatması gibi kuşatıldığımız ve İblis’in uşakları olan Küresel Şeytanların sofrasına kandırılarak oturtulmuş bir besleme kadar bile şansımızın olmadığı açık.
Kendi oluşturdukları terör örgütleriyle, silahlandırdıkları piyonlarıyla, zihinsel/kültürel saldırılarıyla, açık askeri/ekonomik operasyonlarıyla, içimizdeki hain uzantılarıyla düşman, çığırından çıkmış.
Elektronik/teknolojik ordularının korumasında. Çıkarından başka hiçbir insani/ahlaki kaygısı yok.
Tüm bu olumsuzlara rağmen bizi düze çıkaracak tek şey, Allah’ın insana sunduğu en büyük lütuf olan aklımızı düşmana teslim etmemek şuuru ile bir örneklik olarak aklı ve bilimi rehber edinen Atatürk’ün başardıkları.
Yani son kalemiz, akıl.
Yazılarımdaki akletme, akıldışı karşıtlığı vurgusunun sebebi bu.
Bu nedenle onlarca, yüzlerce yıldır bir şekilde akla saldırıyı, aklı yok saymayı, aklı şeytan işi görmeyi, bilimsel düşünme yöntemi ile aydınlanmaya karşıtlığı ve bütünlüklü bakışın küçümsendiğini görüyoruz.
Uydurma dinin hurafeleriyle desteklenen ve yıllar boyu yapılan bu saldırılarla, akıl kurumsuzlaştı ve değersizleştirildi bu ülkede, sahibi de yok.
Açın bakın sözüm ona din adamları, akademisyenler ve siyasilerin açıklamalarına, yaptıklarına, iler tutar yanı var mı?
Baştan aşağı çelişki, yalan ve tutarsızlık.
Üniversiteler, bilgi üretim kurumları, medya/kültür ve dinsel faaliyetleri kontrol eden mecraların hemen hemen tümü, nerdeyse tamamen akıl ve aydınlanma karşıtlarının kontrolünde. (Bakın üniversite rektör ve dekanları ile bilim/teknoloji üreten kurumların başındakilere.)
Buna karşılık aklı ve aydınlanmayı savunanlar, azaltılmış, etkisizleştirilmiş, tekleştirilmiş ve yetmemiş, din tüccarlarınca kâfir ilan edilerek kabuklarına çekilmeye zorlanmıştır.
Bu yönüyle bile akılsızlaştırmanın, egemen güçlerce tavandan tabana şiddet içeren bir dayatma olduğunu, bütün toplumsal kesimleri kapsadığını ve bir sistematiğe, bu ülkenin aleyhine bir hasımlığa/düşmanlığa bağlandığını söylemek mümkün.
Böylece bu milletin, gerçekleştirilecek algılama ve değerlendirme bozukluğu üzerinden topyekûn akılsızlaşma ve ahmaklaştırılması sağlanıyor ki bu topraklardaki varlığı sona ersin.
Hedefin bu olduğunu duymayan kaldı mı ki?
Bu çerçevede, cesaretle aklı savunmak, bu milleti savunmaktır.
Ama akılsızlaştırma mekanizmalarını fark etmek gerekir.
Peki, mekanizmaları ne?
Yorum Ekle
Yorumlar
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ümit CAN
Neden akıl tutulması yaşıyoruz?
Geldik “Kuşatılan Türkiye” yazı serimizin altıncısına…
Ülkemizin siyasi, askeri ve ekonomik alanlar gibi somut,
Etnik/ dinsel/zihinsel/ kültürel alanlar gibi soyut,
Demografik işgal ve bu milletin biyolojik/ karakteristik genetiğini bozmayı hedefleyen ‘’Cinsiyetsizleştirme/LGBT’’ projeleri gibi hem somut hem de soyut anlamdaki kuşatma karşısında aklıma iki isim geliyor:
Yokluklar içinde yedi düvele karşı savaşıp düşmanı bu topraklardan kovan Atatürk ile Endülüs'te İslam hakimiyetini sağlayan ve bugün kullandığımız “gemileri yakmak” deyimiyle özdeşleşen karakter Tarık bin Ziyad…
Son iki yüz yıldır darbe üstüne darbe alan bu millet, Cumhuriyet’in başında yaşadığı kısa soluklanmadan sonraki 60 yılda altı oyularak, 2000’lerden bugüne artık kaybedeceği bir finale getirildi.
Ne kadar geçiştirsek de gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacağız.
Durumumuz:
711’de, Cebelitarık’ta karaya ayak bastıktan sonra gemilerini yakan Tarık Bin Ziyad’ın ordularına seslendiği hale benziyor.
Ne demişti komutan:
‘’Askerlerim, Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur.”
Baktığımızda bu topraklardan kaçamayacağımız, kaçsak da dünyada ve ahirette bu toprakları bize vatan kılanların yüzüne bakamayacağımız netlikte bir resmin içindeyiz.
Ve bu resme göre İblis’in, insanı önünden, arkasından, sağından, solundan kuşatması gibi kuşatıldığımız ve İblis’in uşakları olan Küresel Şeytanların sofrasına kandırılarak oturtulmuş bir besleme kadar bile şansımızın olmadığı açık.
Kendi oluşturdukları terör örgütleriyle, silahlandırdıkları piyonlarıyla, zihinsel/kültürel saldırılarıyla, açık askeri/ekonomik operasyonlarıyla, içimizdeki hain uzantılarıyla düşman, çığırından çıkmış.
Elektronik/teknolojik ordularının korumasında. Çıkarından başka hiçbir insani/ahlaki kaygısı yok.
Tüm bu olumsuzlara rağmen bizi düze çıkaracak tek şey, Allah’ın insana sunduğu en büyük lütuf olan aklımızı düşmana teslim etmemek şuuru ile bir örneklik olarak aklı ve bilimi rehber edinen Atatürk’ün başardıkları.
Yani son kalemiz, akıl.
Yazılarımdaki akletme, akıldışı karşıtlığı vurgusunun sebebi bu.
Bu nedenle onlarca, yüzlerce yıldır bir şekilde akla saldırıyı, aklı yok saymayı, aklı şeytan işi görmeyi, bilimsel düşünme yöntemi ile aydınlanmaya karşıtlığı ve bütünlüklü bakışın küçümsendiğini görüyoruz.
Uydurma dinin hurafeleriyle desteklenen ve yıllar boyu yapılan bu saldırılarla, akıl kurumsuzlaştı ve değersizleştirildi bu ülkede, sahibi de yok.
Açın bakın sözüm ona din adamları, akademisyenler ve siyasilerin açıklamalarına, yaptıklarına, iler tutar yanı var mı?
Baştan aşağı çelişki, yalan ve tutarsızlık.
Üniversiteler, bilgi üretim kurumları, medya/kültür ve dinsel faaliyetleri kontrol eden mecraların hemen hemen tümü, nerdeyse tamamen akıl ve aydınlanma karşıtlarının kontrolünde. (Bakın üniversite rektör ve dekanları ile bilim/teknoloji üreten kurumların başındakilere.)
Buna karşılık aklı ve aydınlanmayı savunanlar, azaltılmış, etkisizleştirilmiş, tekleştirilmiş ve yetmemiş, din tüccarlarınca kâfir ilan edilerek kabuklarına çekilmeye zorlanmıştır.
Bu yönüyle bile akılsızlaştırmanın, egemen güçlerce tavandan tabana şiddet içeren bir dayatma olduğunu, bütün toplumsal kesimleri kapsadığını ve bir sistematiğe, bu ülkenin aleyhine bir hasımlığa/düşmanlığa bağlandığını söylemek mümkün.
Böylece bu milletin, gerçekleştirilecek algılama ve değerlendirme bozukluğu üzerinden topyekûn akılsızlaşma ve ahmaklaştırılması sağlanıyor ki bu topraklardaki varlığı sona ersin.
Hedefin bu olduğunu duymayan kaldı mı ki?
Bu çerçevede, cesaretle aklı savunmak, bu milleti savunmaktır.
Ama akılsızlaştırma mekanizmalarını fark etmek gerekir.
Peki, mekanizmaları ne?