SON DAKİKA
Hava Durumu

Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi

Yazının Giriş Tarihi: 26.12.2022 12:31
Yazının Güncellenme Tarihi: 26.12.2022 12:31

Kurtuluş Savaşı’nın çetin koşullarını İsmet İnönü’nün kısa ama özlü şu sözünde buluyoruz:

 “Anadolu insanı, dünyanın bütün ateşleri başına yağarken, varlığı hazin bir kuşku altındayken, yalınayak ve sopayla istilacılara karşı mücadeleye çağrılmıştı.[1]

Yabancıların ve yurtiçi işbirlikçilerinin, Kurtuluş Savaşı’nın Türkler için anlamını gerçek boyutuyla kavraması güçtür. Gerçekleştirilen sıradışı eylemi anlayabilmek için, Türk insanının yapısal özelliklerini, alışkanlıklarını ve geçmişten gelen birikimini bilmek gerekir. Topluma karşı duyulan sorumluluk duygusu, yurda ve toprağa bağlılık, kimliğini koruma becerisi ya da kendiliğinden harekete geçen savunma güdüsü kavranmadan Kurtuluş Savaşı kavranamaz. Dayanıklılık, direnç gücü, örgütlenme yeteneği ve dayanışmacı gelenekler de ayrıca değerlendirilmelidir.[2]

- Kurtuluş Savaşı’nın başlatılmasında,

- TBMM’nin kurulmasında ve

- Türk ordusunun hazırlanmasında önemli bir olay olan Atatürk’ün Ankara’ya gelişini her yıl 27 Aralık günü idrak ediyoruz.

Mustafa Kemal Paşa’nın 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelmesinin temelinde yatan düşüncenin “milli ve ba­ğımsız bir Türk devleti kurmak” olduğu tarihsel gelişim içinde açıkça görülmektedir.[3]

1. Sivas’tan Kayseri ve Kırşehir Üzerinden Ankara’ya

Sivas’tan Ankara’ya giderken, durum Erzurum günlerinden daha da kötüydü. Sivas’ta; ulusal mücadele için yaşamsal önemde kararlar alınmış, yeni devletin temelleri atılmış ve Sivas halkı Kongre’ye sahip çıkmıştı. Ancak, başarılan bu önemli işlere karşın, kongre düzenleyicileri bakkala, fırına ödenecek paranın hesabıyla uğraşmaktadır. Mustafa Kemal, parasızlığa değil, Sivaslıların kilometrelerce süren coşkun karşılamasına (ve uğurlamasına) önem vermekte, sürekli “para bulunur” demektedir. Bunu derken, para bulma yöntemlerine kısıtlamalar getirmektedir. Örneğin, bankalardan, Heyeti Temsiliye olarak borç alma önerisine; “düşmanlarımıza yeni bir propaganda ucu veremeyiz. Bankaları soyuyorlar diye söylemedikleri kalmaz. Başka çareler düşünelim” diyerek[4] karşı çıkmaktadır.

18 Aralık 1919’da, Ankara’ya doğru yola çıkılacaktır. Kongre Binası’nın önünde büyük bir kitle, onu uğurlamak için toplanmıştır. Uğurlayıcıların önemli bir bölümü, Temsil Heyeti’ni at ya da arabalarla kentin dışındaki köprü başına dek getirecektir. Hava çok soğuk, her yer karla kaplıdır ve kar yağışı sürmektedir. Otomobillerin üstü açık olduğundan yolcular kar içindedir.[5] İki aracın lastikleri dolma, biri şişme iç lastiktir. Eski olan iç lastik, Kayseri’ye yakın patladığında, dış lastiğin içine “paçavra ve ot doldurulacaktır”.[6] Benzin ve lastik, “haysiyet kaygılarıyla karışık duygular içinde” Amerikan okulundan sağlanmıştır. Mazhar Müfit, Sivas’tan hareket günü için anılarında şunlan yazar: “Yarın hareket ediyoruz. Bildiklerimizle vedalaştık. Bütün paramız, yol için ancak yirmi yumurta, bir okka peynir ve on ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık. Banka müdürü bugün de işine gelmezse yolda bütün bütün aç kalma ihtimali var.” [7]

Elde kalan son parayı azık için harcayan Mazhar Müfit, Mustafa Kemal’i kişisel borçlanmaya izin vermesi için ikna etmiş ve valiliği döneminden tanıdığı Osmanlı Bankası Müdürü’nün peşine düşerek, kredi almaya çalışmaktadır, Ancak, müdür gönülsüzdür ve her arandığında “evinde hastadır” yanıtı alınmaktadır. Ricalarla getirtilir, karargahtan Yüzbaşı Bedri Bey tüccar diye kefil, Mazhar Müfit ise borçlu olur ve 1000 lira alınır. İşlemler hareketten “beş dakika önce biter”. Şevket Süreyya Aydemir “Tek Adam” adlı kitabında, bu tür sıkıntıları kastederek, “O günler Mustafa Kemal’in hiç unutmadığı ya da hiç hatırlamak istemediği günlerdir” diyecektir.[8] Mustafa Kemal Paşa, paranın tutsaklığına önem vermeyen bir yapısı vardı ve devlet parasına karşı aşırı duyarlıydı. Ordu komutanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuş, İmparatorluğun yenilgisi kesinleşince, silah ve askeri donanımı milli mücadele için saklatmış, ancak aynı amaç için, akçeli işlere hiç bulaşmamıştır. Maaşından başka devlet parasına el sürmemiştir.[9]

2. Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı yenik sayıldı ve yurdun dört bir yanına yayılan düşman, Sevr Antlaşması gereğince topraklarımızı bölmeye başladı. Urfa, Antep, Maraş, Adana, Antalya ve Osmanlı Devleti’nin merkezi İstanbul, düşman kuvvetleri tarafından işgal edildi.

15 Mayıs 1919’da Yunanlar, İzmir’e girdi ve Atatürk 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı için temelleri atmaya başladı. Samsun’da halk tarafından büyük coşkuyla karşılanan Mustafa Kemal Atatürk, 12 Haziran 1919’da Amasya’ya geldi ve alınan kararlar 22 Haziran 1919’da Amasya Genelgesi adı altında yayımlandı.

Bu gelişme sonrasında 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi gerçekleşti ve hemen ardından Atatürk, 4 Eylül 1919’da Sivas Kongresi’ni topladı. Yapılan kongrelerde milli iradeye dayalı bir hükümetin kurulması ilk hedef olarak belirlendi ve tüm şehirlere telgraflar gönderilerek halkların kendilerine bir temsilci seçmesi istendi.

Seçilen temsilciler için toplanma yeri gerekliydi ve Ankaralılar, Atatürk ile temsilcileri Ankara’ya davet etti. Kurtuluş Savaşı’nın en iyi şekilde Ankara’dan yönetileceğini düşünen Atatürk, Ankara’nın coğrafi konumu ve cephelerle olan eşit uzaklığı nedeniyle Ankara’ya gelmeyi kararlaştırdı ve 27 Aralık 1919’da saat 14.00’te Dikmen sırtlarından Ankara’ya geldi.[10]

Ankara halkı, Atatürk’ü ve temsil heyeti üyelerini büyük coşkuyla karşıladı ve bu karşılama Ata’yı oldukça duygulandırdı. Atatürk, kendisini ve temsil heyetini coşkuyla karşılayan Ankara halkına teşekkür etti.

Atatürk’ün Ankara’ya gelişi, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve Kurtuluş Savaşı’nın başlatılması için oldukça önemli bir olaydır. TBMM’nin kuruluşu ve Türk ordusunun kurulup çalışmalarına başlaması gibi birçok gelişme ve hazırlık, Ankara’da yapıldı. Milli mücadelenin merkezi haline gelen Ankara şehri, o günlerden başkentlik görevi yapmaya başlamıştı.

3. Atatürk,Türk Tarih Tezinin İlk Temel Dayanaklarını Ankara’ya Gelişinde Yaptığı Konuşmada İfade Etmiştir

Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya gelişinin ertesi günü, büyük bir heyet halinde Ziraat Okulu’nda kendisini ziyarete gelenlere yaptığı konuşmada, ileride “Türk Tarih Tezi” olarak sistemleştireceği olgunun ilk temel bilgilerini de vermişti:

Yabancılar kendi ekonomik ve politik çıkarlarını doyurabilmek için aleyhimizde buldukları iki görüşü yürütmeğe başladılar. Bu görüşlerden;

- Birincisi, güya milletimizin Müslüman olmayan unsurları eşitlik ve adalet ilkesine dayanan yönetimi bereceremez olduğu.

- İkincisi de güya, milletimiz genel olarak yeteneksiz olduğundan, bahçe halinde bulunan yerlere girmiş ve oralarını viraneye çevirmiş.

Birincisi ile millete zalimlik iftirası ediyorlar.

İkincisi ile yeteneksizlik.

Eğer bu iki düşünce gerçek olsa idi, milletimizin bağımsız yaşamağa hakkı iddia olunamazdı. Gerçekten zulüm medeniyetle uzlaşamaz. Yeteneksizlik iftirası da bağışlanacak bir şey olamaz. Çünkü milletler işgal ettikleri toprakların gerçek sahibi olmakla birlikte insanlığın vekilleri olarak da o topraklarda bulunurlar. O toprakların zenginlik kaynaklarından hem kendileri yararlanırlar ve dolayısıyla bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler. Bu ilkeye göre, bunda beceriksiz olan milletlerin yaşama hakkı ve bağımsızlığa yaraşır olmamaları gerekir.

Hâlbuki bu düşünceler bizim hakkımızda hiçbir zaman var olamaz. Her ikisi de su katılmamış iftiradır. Milletimizin yeteneksiz olmadığı tarihçe ve mantıkça ispat edilmiştir. Bunun kanıtını yine yabancıların kendi davranışlarında bulabiliriz. Avrupa devletleri ateşkesten önce ve ateşkes antlaşması ile kendi millî sınırları içinde yaşamağa lâyık Türkiye kabul etmişlerdir, aradan bir yıl geçmeden nasıl oluyor da bir millet zalim ve beceriksiz oluyor ve bundan dolayı yaşama hakkından mahrum bırakılmak isteniliyor?
Avrupa Devletleri milletimizi önceden bilmiyorlar mıydı? Wilson prensiplerini kabul edip ateşkes antlaşmasını imzaladıkları zaman altı yüzyıllık bir milletin yapısı ve yeteneği hakkındaki bilgileri noksandı da bir iki ay içinde mi tamamladılar?
Hakkımızda uygulayacakları kararları bilmiyorlardı da sonra
akıllarına geldi?”

Halbuki düşününüz Efendiler! Milletimiz küçük bir aşiretten anavatanda bağımsız bir devlet kurduktan başka Batı Dünyasına, düşman içine girdi. Ora­da büyük zorluklar içinde bir imparatorluk var etti ve bunu, bu imparatorlu­ğu altı yüz yıldan beri büyük bir olgunlukla ve yücelikle devam ettirdi. Bunu başaran bir millet elbette yüce siyasal ve yönetime ait niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücü ile var olamazdı. Dünya bilmektedir ki, Os­manlı Devleti çok geniş olan ülkesinde bir sınırından diğer sınırına ordusunu olağanüstü hızla ve bütünüyle donanmış olarak naklederdi ve bu orduyu ay­larca ve belki de yıllarca güzelce besler ve yönetirdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün yönetim şubelerinin olağanüstü mükemmelliği­ni ve kendilerinin kabiliyeti olduğunu gösterir. Milletimizin zalim olması meselesine gelince, bu da sadece iftiradan ibarettir.

Efendiler, hiçbir millet, milletimizden fazla yabancı unsurların inanç ve geleneklerine saygı göstermemiştir. Hatta denilebilir ki diğer dinlere, başka­larının dinine ve milliyetine saygı gösteren tek millet bizim milletimizdir.

Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkîlâtı olduğu gibi bıraktı. Rum Patriki, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi Hıristiyan dini liderleri ay­rıcalık sahibi oldu. Kendilerine her türlü serbestlik verildi.

İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanlara sağlanan bu büyük ay­rıcalıklar, milletimizin din ve siyasete göre dünyanın en hoşgörülü ve cömert bir milleti olduğunu ispatlayan en açık kanıttır.

Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve ayrıcalıklarını kötüye kul­lanarak vahşice bir şekilde izledikleri bölücülük siyasetinin sonucudur.

Herhalde Türkiye’de ortaya çıkmış istenilmeyen bazı durumlar birçok ne­denlere ve özre dayanmaktadır. Bunu da kesin olarak arz edebilirim ki bu du­rumlar, Avrupa devletlerinde görülen özürsüz bunca usulsüzlükten çok aşağı bir derecededir.[11]

4. Atatürk’ün Ankara’ya Gelişiyle Başlattığı Türk Tarih TeziNe İdi?

Atatürk, Avrupalıların, Türkleri;

* Sarı ırka bağlamak,

* Yıkıcı ve medenî yetenekten yoksun olarak,

* Medenî eser yaratamamak gibi ilmî kalıplar ileri sürerek ortaya koydukları iddialara inanmıyor;

- Türk vatanının bizim olduğunu,

- Tarihin bunu ortaya koyacak en büyük manevî destek ve delil olduğunu ileri sürüyordu.

Bunun için, önce kütüphane kurmakla işe başladı.

Bunu büyük bir anket izledi.

Türkiye’de tarihle uğraşanlar, Türk tarihiyle ilgili kitapları incelemekle görevlendirildiler.

Tercüme edilen kitaplar, raporlar halinde Atatürk’e sunuldu.  

Bu çalışmaların ilk ürünü olarak,

* Türk milletinin cihan tarihindeki yerini ve rolünü belirten “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eser 1930 yılında bastırıldı.

* Bir yıl sonra da Türk Tarihi üzerinde çalışmalar yapmak üzere “Türk Tarih Heyeti” kuruldu (15.4.1931).

Atatürk, bu heyete, Türk tarihini belgelere dayanarak yazmalarını, gerçeklerin dışına çıkmamalarını, Türklüğü acuna duyurmalarını söyledikten sonra;

Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” demiştir.

26.9.1932 tarihinde Ankara’da Türk tarih profesörleri ve öğretmenlerinin katılmasıyla ilk kez Türk Tarih Kongresi toplandı ve Türk Tarih Tezi bu kongrede bilimsel yönden tartışıldı. Kültür alanımızda yeni bir tarih görüşü olan bu tez şöyledir: 

Türk milletinin tarihi şimdiye kadar sanıldığı gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir ve temasta bulunduğu milletlerin medeniyetleri üzerine tesir etmiştir.

Bu tez ile Türk tarihi, Etiler, Sümerlerden başlatılmakta ve en eski uygarlıkların Türklerden çıktığı ispat edilmektedir.

Türk tarihi insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’e kadar bu geniş ve köklü tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde, diğer sosyal ilimlerde olduğu gibi tarih konusunda da yeterli gelişme sağlanamamıştır. Dolayısıyla, başta aydınlar olmak üzere insanımıza tarih şuuru verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı devletler karşısında bir eziklik, kendine güvensizlik yaratmıştır.

Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişi Türk Milletini sadece;

* İdari, siyasi, ekonomik tutsaklıktan kurtarmayı amaçlamakla yetinmiyor;

* Aynı zamanda bilim, tarih, uygarlık, evrensel kültür alanında dünyaya ve Türk Milletine de sunulan ırkçı, bilimsel olmayan, tarihsel gerçeklere aykırı Avrupa-Merkezci uydurma “Tarih Tezi” kapsamındaki konuların zihinsel tutsaklığından da bağımsızlaştırmak amacını taşıyordu.

Her iki amaç da zaferle taçlandırılarak başarılmıştır.

5. Atatürk’ün, Türk Tarih Tezinin Ulusal ve Evrensel Yönü

Atatürk’ün Tarih Tezi’nin,

* Millî niteliği yanında

* Bir de evrensel yönü vardı.

Çünkü Atatürk’ün tarih görüşü ve tarih yorumu,

- Yalnız kendi milletine, kendi tarihine münhasır[12] kalmayıp

- Bütün milletler topluluğunu, yani dünya tarihini kapsamak üzere evrensel boyutlar taşıyordu. O, bu evrensel boyutlar içinde bir taraftan da beşer kültürünün kaynaklarını arıyor, insanlığa ait ortak kültür mirasında bütün milletleri pay ve şeref sahibi yapmak istiyordu.

Atatürk’ün tarih tezi, evrensel anlamda işte bu insancıl görüşten kaynaklandı.

Asya kıtasındaki insan denizi, tarih öncesinde yüzyıllar boyunca kuzeyden ve güneyden batıya doğru göç ederek Orta Asya uygarlığının nimetlerini bu yeni topraklara taşımışlardı. Asya’dan gelen bu insan kitleleri,

* Toprağı ekmesini,

* Zararlı zararsız bitkileri birbirinden ayırmasını,

* Kıtlığa karşı tahılları depolamasını,

* Koyun, keçi, öküz, domuz, köpek, at gibi hayvanları ehlileştirmesini,

* Altını, gümüşü, bakırı kullanmasını biliyorlardı.

Böylece,

- Karadeniz’in kuzeyinden,

- Anadolu’dan,

- Mısır’dan

Avrupa ve Balkanlara geçen bu insan kitleleri “neolitik Avrupa Medeniyeti”ni de etkilemiş oluyordu.

Bu bakımdan Orta Asya, insanlık tarihinde uygarlık beşiklerinden biri olma özelliğini taşımakta idi; çünkü kendisinden sonraki uygarlıklarda az veya çok onun izlerini görmemek, onun etkilerini sezmemek mümkün değildi.

Atatürk, bu teziyle,

- İnsanlığı ortak idealler etrafında birleşmeye çağırmış;

- Milletlerin, her türlü emperyalist görüşün dışında,

- Bağımsızlıklarını, millî özelliklerini, millî kültürlerini kaybetmeksizin, ortak köklere sahip evrensel kültür değerlerinde birleşebileceklerini,

- Çok çeşitli kavimlerin bu kültür değerlerinde payları olduğunu vurgulamıştır.

Bu suretle milletler, insanlık tarihi içinde binlerce yıl geride, onları birbirine kaynaştıran, ortak kökleri olan, şerefini bütün insanlığın paylaştığı bir kültürün varlığını unutmayacaklardı.

* Bu ortaklaşa kültür mirasının kıtaları birbirine bağlaması,

* İnsanları renk, ırk ve din farkı gözetmeksizin birbirine yaklaştırması lâzımdı.

* İnsanlığın yükselmesi, insanlık idealinin gerçekleşmesi, bu şuurun ayakta tutulmasına bağlı idi. 

Nitekim Atatürk’ün şu sözleri bu hususu vurgulamaktadır: “Milletler işgal ettikleri toprağın hakikî sahibi olmakla beraber insanlığın vekilleri olarak da o toprakta bulunurlar. 0 toprağın servet kaynaklarından hem kendileri yararlanırlar ve dolayısıyla bütün insanlığı yararlandırmakla yükümlüdürler.

Çünkü Atatürk’e göre:

Yüksek bir kültür, onun sahibi millette kalamaz; diğer milletlerde de kendisini gösterir; bütün kıtalara yayılır”.

İşte tarih öncesi Orta Asya uygarlığı da bu kuralın dışında kalamamış, barındırdığı kültür ve uygarlık unsurlarını yayılma ve göçlerle dünyanın diğer bölgelerine taşımıştır.

İşte Atatürk’ün “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin kökleri, siyasal yönü yanında kültürel yönü bakımından da böyle insancıl bir düşünceden, böylesine bir idealden kaynaklanmaktadır.[13]

6. Atatürk’ün Milli Devlet DüşüncesiAnkara’ya Gelişiyle Gerçekleşmeye Yönelmiştir

Bütün olumsuzluklara rağmen Mustafa Kemal Paşa’da, yıkılan bir devletin içinden “milli ve bağımsız bir Türk devleti” çıkarmak düşüncesi ve hissiyatı egemendir. 20. yüzyılın başlarında mevcut durumun muhasebesini yapan Mustafa Kemal Paşa, artık devletin bağımsızlığını koruyamadığını görüyor ve Türk Milleti’nin bağımsız bir devlet kurması gerektiğini düşünüyordu. O’nun daha 1907 yılında ifade ettiği şu sözler kısa bir süre sonra olayların seyri içerisinde izleyeceği davanın amacını da ortaya koyması yönünden kayda değerdir:  

Meşrutiyet, köhneleşmiş ve insicâmını kaybetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun göv­desi üzerinde değil, aksine Türk çoğunluğunun yaşadığı kısım üzerinde, düş­manların, yani büyük devletlerin yapacağı bir tasfiye yerine, kendi başına bir Türk devleti kurmalıdır. Nüfusun yarısı Türk olmayan ve halbuki geniş bir alan işgal eden devletin bütün varlığı ve müdafaası Türk’ün omuzlarına yüklenmiş, Hıristiyan azınlıklar ise yalnız kendi çıkarlarını sağlamakla kalmıyor, komşu ve aynı ırktaki devletlerle birleşmek için fırsat kaçırmak istemiyorlar. Geriye kalan Türkler ve Araplar, ayrı ayrı devletlerin sömürgeleri haline getirilecek, Türk’ten başka unsurlar, düşman devletlerin tarafını tutacaklar. Şu halde

- Devlet gövde­sinin çökmesiyle hasıl olacak enkazın altında ezilip perişan olmak mı,

- Yoksa çoğunluğu Türk olan milli sınırlara çekilerek burasını mı savunmak daha doğru ve hayırlı olacak?

Ben selameti ikinci düşüncenin uygulanmasında görüyorum.” [14]

Atatürk’ün 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelişinde karşılaştığı bu iki amaçlı tabloya bakarak, tam 103 yıl sonra günümüzde, ülkemizin içinde bulunduğu sorunlar karşısında yeniden neye ihtiyaç duyulduğu konusunda doğru bir karara varmak gerekmiyor mu? Sanki bugün, 22 Haziran 1919’lardayız ve yine:

Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

Kaynakça

[1] TARİH IV Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri, İstanbul, 2001, 3.Baskı, Kaynak Yayınları, s.319.

[2] Metin AYDOĞAN, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı, İzmir, 2020, Gözgü Yayıncılık, c.1, s.182.

[3] Prof.Dr. Mustafa TURAN, “Milli Bağımsızlık İnancı ve Ankara”, Cumhuriyetin 80. Yılında Her Yönüyle Ankara, Ankara, 2004, s.289.

[4] Mazhar Müfit KANSU, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Ankara, 1988, 3.Baskı, TTK Yayını, c.II, s.481.

[5] Mazhar Müfit KANSU, a.g.e., c.II, s.488.

[6] ve [7] Mazhar Müfit KANSU, a.g.e., c.II, s.490.

[8] Şevket Süreyya AYDEMİR, Tek Adam, İstanbul, 1981, 8.Baskı, Remzi Kitabevi, c. II, s.140.

[9] Metin AYDOĞAN, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı, s.187,188.

[10] https://www.haberturk.com/ataturk-un-ankara-ya-gelisinin-98-yili-27-aralik-ataturk-un-ankara-ya-gelisi-1772007

[11] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, (Bugünkü dille yayına hazırlayanlar: Prof.Dr. Ali SEVİM - Prof.Dr. İzzet ÖZTOPRAK - Prof.Dr. M.Akif TURAL), Ankara, 2006, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.33-34.

[12] Bir kimse veya bir şey için ayrılmış, mahsus. (TDK Büyük Türkçe Sözlük)

[13] T.C. AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı,

www.atam.gov.tr/dergi/sayi-09/ataturun-tarih-tezi-bir-uygarlik-besigi olarak-orta-asya ERİŞİM: 7 Kasım 2018, 09:40

 [14] Prof.Dr. Mustafa TURAN’IN,  26.Aralık.2011 tarihinde TBMM, Gazi Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Ankaralılar ve Ankara’yı Tanıtma Vakfı tarafından düzenlenen Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi Programı’nda sunduğu tebliğden.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.