SON DAKİKA
Hava Durumu

Atatürk’ün Kurduğu Diyanet İşleri Başkanlığı

Yazının Giriş Tarihi: 18.09.2023 11:46
Yazının Güncellenme Tarihi: 18.09.2023 11:46

Gerçek İslâmiyet’ten uzaklaşanlar, kendilerini düşmanlarının esareti altında bulurlar. [1] ATATÜRK

1. Atatürk’e Göre Dinin Kaynağı Kur’an’dır

Millet! Allah bir’dir, Şanı Büyük’tür. Tanrı’nın selâmeti, karşılıksız sevgisi ve hayrı üzerinize olsun.

Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara gerçekleri bildirmekle görevlendirilmiş ve Elçi olmuştur.

İnsan yaşayışını düzenleyen temel kurallar hepimizce bildirildiği üzere Yüce Kur’an’daki yazılı buyruklardır.

İnsanlara bolluk ve ilim ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Kusursuz Din’dir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uygundur. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uygun olmamış olsaydı, bununla diğer tanrısal doğal yasalar arasında zıtlık olması gerekirdi. Çünkü bütün evren kanunlarını yapan Cenab-ı Hak’dır.[2]

Allah’ın yolu akıl yoludur, vicdan yoludur. Kur’an’ın anlattığı İslâm dininde akıl, insanların hareketlerine yön vermelidir.

Atatürk, insanın aklını işleterek dinle ilgili doğruyu yanlışı elindeki Kur’an ile karşılaştırarak bulabileceğine şöyle işaret etmiştir:

Özellikle bizim Dinimiz için herkesin elinde bir değer ölçüsü/miyar vardır. Bu değer ölçüsüyle hangi şeyin Din’e uygun olup/olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz.

Hangi şey ki, akla, mantığa, halkın faydasına uygundur, biliniz ki, O Bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin faydasına, İslâm’ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın o şey dini’dir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyum sağladığı bir din olmasaydı eksiksiz/ekmel olmazdı, son din olmazdı. Büyük Dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor.

Bazı kimseler çağdaş/uygar olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri yapanların amacı, İslâm’ların, kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir?! Her sarıklıyı hoca sanmayın. Hoca olmak sarıkla değil, dimağladır.[3]

2. Atatürk’e Göre Ortada İki Tür Müslümanlık Var

(a) İslam Tarihinde İlk Allah’la Aldatma Eylemi Emevi Muaviye İle Başlatıldı

Ortadoğu’da Arap örfünün din haline getirilmesinde Emevi soyunun işlevi ve ‘Uydurulan İslam’ın inşasındaki önemli rolleri Sıffin Savaşı’ndan sonraki dönemde, dinde ‘Allah ile Aldatma’ bağlamında Muaviye ve ekibinin hile ile devlet yönetimine el koymalarından sonra başladığı tarihsel bir gerçek olarak bilinmektedir. Hz. Ali ile arasındaki rekabette üstün konuma geçebilmek için Kutsal Kur’an’ı araç olarak kullanan Muaviye’nin yaptıkları konusu, Atatürk tarafından şu şekilde eleştirilmiştir:

Ne zaman ki Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, Sıffin Olayı’nda Muaviye’nin Askerleri mızraklarını Kur’an-ı Kerim’e saplayıp havaya kaldırdılar ve Hazreti Ali’nin ordusunda böylelikle bir duraksama ve gevşeme yarattılar. İŞTE O ZAMAN DİNE FESAT KARIŞTI. Müslümanlar arasına nefret duyguları

girdi, o zaman, HAK OLAN KUR’AN, HAKSIZLIĞI KABULE ARAÇ YAPILDI.[4]

Görevi İslâm âleminde Kur’an’ın hükümlerini uygulamaktan ibaret olan Halife Hz. Ali, mızraklarına Mushaf-ı şerifler geçirilmiş Emevi ordusunun karşısında savaşı kesmeğe mecbur oldu. İki tarafın arabulucularının vereceği karara uymağa söz verildi.[5]

“Her iki taraftan birer hakem tayinine karar verildi. Muaviye’nin adamı Mısır valiliği sözünü almış olan Amr İbni As idi. Hz. Ali’nin adamı, ordusunun seçtiği ve Ali’yi sevmeyen Ebu Musa El Eş’ari idi. Hazreti Ali, Ebu Musa’dan başka bir hakem tayin etmeye çalıştı, fakat başarılı olamadı. Hilekâr Amr, Aptal Ebu Musa’yı aldattı, Hz. Ali’yi hilafet makamından azlettirdi. Sonra da kendisi Muaviye’yi Halifeliğe seçti.” [6]

Muaviye:Ali’ye söyleyiniz, ona ispat edeceğim ki baş, kola galip gelir” demişti. Sözünü tuttu. Hile ve şeytanetle süslenmiş olan deha, fazilet ve adaleti yere vurdu…

Ve böylece İslâm tarihinde Hz. Ebu Bekir ile başlayan Hilafet nihayet bir haricinin zehirli bir kılıçla Hz. Ali’yi şehit etmesi ve hakem olayı ile sona ermiştir. Emevilerle başlayan dönemde hilafet tamamen saltanata dönüştürülmüştür.

Muaviye’nin devri, İslâm’ın Kur’anî hakikatlerinden uzaklaşıldığı, ilkelerinin tahrif edildiği bir dönemdir.[7]

(b) Atatürk’e Göre Dinin İçine Sonradan Giren Birçok Yabancı Unsur”, Yani Hurafeler Vardır

İslâm Tarihi’ni çok iyi bilen Atatürk bu dönemle ilgili tespitlerini ileriki zamanlara değin veciz bir şekilde özetliyor:

Dört Halife’den sonra din, daima siyasetin aracı, çıkarın aracı, zorbalığın aracı yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi, Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Ancak şurasını açıkça düşüncenize arz ederim ki, böyle adi ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız bilginler, tarihte daima rezil olmuşlar, hüsrana uğramışlar ve daima cezalarını görmüşlerdir.

Atatürk, sözlerine şöyle devam ediyor:

Böyle yapan halife ve din bilginlerinin arzularına ulaşamadıklarını tarih bize sonsuz örneklerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar ne öyle bilginler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte bilginlerin yalanına önem verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların niteliğini pekâla anlamaktadır.[8]

Atatürk’ün dört Halife döneminden sonra yüzyıllarca süre gelen dinin iki kanaldan ilerlediğini, bir yönünün safiyetini /gerçekliğini/doğrulunu kaybetmeden gelen, diğer yönünün ise çoğunlukla uydurulan din halinde mezhepler, fırkalar, hizipler yeni dinler halinde toplum içinde bulunduğunu tespit eden görüşlerinden örnekler sunalım.

Atatürk, Ankara Orman Çiftliğinde, Asaf İlbay’ın,

Paşam, din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? Sorusuna cevap veriyor:

Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi. Fakat bina, uzun yüzyıllardır ihmale uğramış. Harçlar döküldükçe yeni harçlar yapıp binayı takviye etmek lüzumu hissedilmemiş. Aksine olarak birçok yabancı unsur binayı fazla hırpalamış. Bu gün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar derinleşecek ve sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hâsıl olacaktır.” [9]

Bu ifadelerinden de açıkça anlıyoruz ki Atatürk, kuşkusuz dini hislere ve inançlara, gerçek İslâm’a çok hürmetkâr olup, dinin önemini herkesten daha iyi takdir ediyordu. Ancak O biliyordu ki, dinimizi bozan şeyler, halkın beynine/kafasına yüzyıllardan beri doldurulmuş hurafe, safsata ve gerçek İslâm’la hiçbir ilgisi olmayan batıl inançlardır. Bu nedenle, O’nun da yapmak istediği; En Ekmel bir din olan İslâmiyet’i, sonradan olmaBirçok yabancı unsurdan temizleyerek gerçek özgünlüğüne döndürmek ve böylece batıl inançları kafalardan/zihinlerden söküp atarak Allah ile kulun arasına giren, yığınla dinden habersiz din simsarlarından hem dini hem halkı kurtarmaktır.[10]

Atatürk diyor ki:

İslâm toplumuna dâhil olan birtakım kavimler, İslâm oldukları halde çökmeye, yokluk ve gerilemeye maruz kaldılar. Geçmişlerinin yanlış veya batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslâmiyet’i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslâmiyet’ten uzaklaştıkları için kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.

İslâm milletleri içinde bizim milletimiz olan Türkler, gelenekler ve milli an’aneler itibarıyla yanlış /hastalıklı şeylere malik değillerdi. Türk sosyal geleneklerinin pek çoğu, İslâmi hakikatlere mutabık ve yakındı. Lakin Türkler, bulundukları saha, yaşadıkları bölgeler itibariyle, bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halinde idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üstünde etkisi görülür. Türkler, temas ettiği milletlerin yanlış /sakim ȃdetlerinden, kötü yönlerinden etkilenmiş olmaktan kendilerini engelleyememişlerdir. Bu hal, kendilerinde karmakarışık, ilmi olmayan, insanlık dışı zihniyetler meydana gelmesini sağlamıştır. İşte düşüşümüzün /sukûtumuzun belli başlı nedenlerinden birini bu nokta oluşturuyor.[11]

Atatürk, bu tespitiyle, tarihi süreçte milletimizin İslâmi gerçeklerden nasıl uzaklaştığı konusuna açıklık getirmiş olmaktadır. Görüldüğü gibi Müslüman milletlerin vaktiyle düşmüş oldukları hataların vebalini İslâm’a yüklemenin isabetsizliği ve yersizliğini ortaya koyan Atatürk, geri kalışın yegâne nedeninin zihniyet meselesi olduğunu da birçok kez açıkça vurgulamıştır. Esasen Türklerin, ilk İslam’la tanışmaları Kur’an’a göre olmadığı, yani Kur’an’a göre Müslüman olmadıkları, ortada görülen/bilinen itikadi ve fıkhi mezheplerden Mâtürîdîlik ve Hanefilik üzerinden Müslüman oldukları da tarihi bir gerçek...

Burada Merhum Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün şu önemli, gerçekçi değerlendirmesini anımsayabiliriz:

Emperyalizme, zulme karşı çıkış varsa, gerçek İslâm var’dır. Hiç düşündünüz mü; Kendisini İslâmcı ve Batıcı diye tanımlayan iki zıt kutup neden Mustafa Kemal’e aynı anda karşı? Neden Mustafa Kemal’e karşı ikisi de aynı kararlılıkla ve ortaklaşa cephe tutmaktadır? Sebep tek: Mustafa Kemal emperyalizme, sömürgeciliğe karşıdır. Karşı olmakla kalmamış, emperyalist akının tüm namussuz salvolarını yerle bir etmiştir. Oysaki bazı dinci ve batıcı mandacılar, emperyalizmle işbirliği yapmışlardır.[12]

3. Atatürk’e Göre Kur’an İslam’ında Mezhep, Tarikat Yok

Aslında Dini/İslam’ı Atatürk gibi anlamak doğrudur ve gerçekçidir, aslına uygundur. Evet, dini Atatürk gibi anlamak demek, Kur’an’ın özünü kavramak demektir. Zira Kur’an’ın insan yaşamında yaptığı en büyük devrimlerden biri, üstünlük ve otoriteyi kişilerden alıp bilgiye vermesidir”. Kur’an’ın özünü çok iyi kavrayan Atatürk, dini, aklın ve bilimin kılavuzluğunda toplum yararına yorumlayıp uygulamıştır.

Araplar,

- İslâm dinini Araplaştırmada bir araç olarak kullandılar.

- Kur’an’ı Arapça’yla, Arap gelenekleriyle özleştirdiler ve

- Dine, Kur’an’daki İslam’dan ayrı ona yeni bir şekil verdiler.

- Halifeliği dini bir inanış haline getirerek, siyasal bir araç olarak kullandılar.

Kıyamet günü mahşer yerinde, Allah’ın Son Elçisi Saygıdeğer Muhammed (saygı, sevgi ona), tebliğ ettiği Kur’an İslam’ını, kavminin ne hâle getirdiğini ve kendilerinin de Kur’an’a göre Müslüman olmadıkları hususunda Allah’a şikâyetini şöyle dile getirecek:

Elçi (Muhammed) de: Ey Rabbim! Hiç şüphesiz benim toplumum şu Kur’ân’ı mehcur /terk edilmiş bir şey edindilerdedi/diyecek.”(Furkân/30)

Yani Elçi, “Benim kavmim bu Kur’an’a devri geçmiş, işlevi kalmamış bir kitap işlemi yaparak, ondan uzaklaştılar, ona sırt döndüler[13] diyecek.

Buna karşı, Acemler,

- “Şia” kavramını “Şiilik” adı altında bir “iman” haline soktular,

- Siyasal bir araç olarak kurumsallaştırdılar.

Tüm bu yapılanlar için Kur’an’ın onaylamadığı diyoruz, çünkü Kur’an şöyle der:

Sakın kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra ayrılıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın. Mezheplere bölünüp ayrılığa düşenler için büyük bir azap vardır. (Âl-i İmrân/105) 

Dinlerini parça parça edip, bölenler ile senin hiç bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.”(En’âm/159) 

İşte Atatürk, yüzyıllarca dinimizin üzerine yığılmış hurafelerden kurtulması ve dinin, her türlü çıkarlarla tutkuların alanı olan siyasetten ve siyasetin tüm öğelerinden kurtulup, mezhep ve tarikatlar arası kavgalara son vermek için, Türkiye’de “Laiklik ilkesiyle” son noktayı koymuş ve “dinlerini parça parça edenlerle bir alakamızın olmadığını göstermiştir.[14]

4. Atatürk’ün, Türk Milletini Gerçek İslâm’a /Kur’an’a Yönlendirmesi

Atatürk’e göre ilahi mesajlar Kur’an’ın manalarında bulunmaktadır. Yine Hz. Peygamber’in açıklamaları ve davranışları da Müslümanlar için dikkate alınması gereken mesajlardır.

İlahi öğütler Kur’an’ın içindedir. Biz Kur’an’ı duvara asmışız, ancak tören için okuyoruz. Vaazlarda da din derslerinde de, mukabelelerde de, ölülerin ruhları için de onu hep musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp davranış geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.[15]

(a) Halk, Dinini Kur’an’dan Aracısız Öğrenebilmesi İçin Kur’an’ı Türkçeye Çevirtiyor

Atatürk, Kur’an’ın Türkçeye tercüme çalışmalarının sade vatandaş için şu gerekçeyle yapıldığını söylüyor:

Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe olmalıdır.[16]

Türk, Kur’an’ın arkasından koşuyor; fakat O’nun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var, bilmiyor ve bilmeden ibadet ediyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın.[17]

Mustafa Kemal, Kur’an’ın Türkçeye tercüme edilmesiyle, İslâmi gerçeklerden, Kur’an’dan uzaklaşmanın önüne geçileceğini düşünüyordu. Bunun için gerçek ve doğru İslâm’ın bizzat kişinin doğrudan doğruya Kur’an’dan öğrenebilmesi için Kur’an’ın dilimize çevrilmesini arzu ediyordu.

Atatürk, Kur’an’ın Türkçeye tercümesiyle milletin yaşayan dinini Kur’an’a yönlendirerek, insanların, gerçek İslâm’ı akıllı /bilinçli bir şekilde öğrenmelerini istiyordu:

Türk insanı Kur’an’ı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurlu kavramış olacaktır.[18]

(b) Atatürk, İnsan, Anasına Nasıl Ana Diliyle Hitap Ediyorsa, Allah’a Da Yine Ana Diliyle Hitap Etmesini İstiyordu

“1932 yılında İstanbul Dolmabahçe Sarayı’nda bir toplantıda Atatürk, Dr.Reşit Galip’e:

İnsan düşüncelerini ne ile ifade eder? diye sorunca,

O da: - Şüphesiz kelimelerle efendim cevabını verir.

Bunun üzerine Atatürk:

O halde bilmediğiniz bir dilin kelimelerini kullanarak nasıl konuşur, his ve düşüncelerinizi nasıl ifade edersiniz? diye sorar. Reşit Galip:

- Efendim manâlarını öğreniriz karşılığını verince, Atatürk buna tepkisini şu şekilde gösterir:

Siz annenize, sevginizi anlatmak içinAh chere mamanderseniz, anneniz size ne der? Deli demez mi?

Anne, Allah’ın yeryüzündeki timsalidir. Allah, anneyi, insanı yaratmak için vasıta eder, ona kendi kudretinden bir değil, birçok şeyler verir. Şu halde insan, anasına nasıl ana diliyle hitap ederse, Allah’a da yine ana diliyle hitap eder.[19]

 

Atatürk, kişinin, annesinin ak sütüyle doğru beslenerek gelişmesini /büyümesini /yaşamasını nasıl gerçekleştirmiş ise, Türk Milletinin de doğru /gerçek İslâm’a, doğrudan doğruya Kur’an’dan ana diline yapılacak doğru tercümelerle öğrenmesini istiyordu.

5. Atatürk, Türk Milleti, İslam’ı Kur’an’dan Öğrensin Diye Diyanet İşleri Reisliğini Kurdu

(a) Şeriye ve Evkaf ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletleri’nin İlgasına Dair Kanun No. 429

BİRİNCİ MADDE — Türkiye Cumhuriyeti’nde muamelâtı nasa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği Hükümete ait olup dini mübini İslâm’ın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesailinin tedviri ve müessesatı diniyenin idaresi için Cumhuriyetin makarrında (Bir Diyanet İşleri Reisliği) makamı tesis edilmiştir.

İKİNCİ MADDE — Şeriye ve Evkaf Vekâleti mülgadır.

ÜÇÜNCÜ MADDE — Diyanet İşleri Reisi, Başvekilin inhası üzerine Reisicumhur tarafından nasbolunur.

DÖRDÜNCÜ MADDE — Diyanet İşleri Reisliği Başvekâlete merbuttur. Diyanet İşleri Reisliğinin bütçesi, Başvekâlet bütçesine mülhaktır. Diyanet İşleri Reisliği teşkilâtı hakkında bir nizamname tanzim edilecektir.

BEŞİNCİ MADDE — Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde bilcümle cevami ve mesacidi şerifenin ve tekaya ve zevayanın idaresine, imam, hatip, vâız, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair müstahdeminin tâyin ve azillerine Diyanet İşleri Reisi memurdur.

ALTINCI MADDE — Müftülerin mercii Diyanet İşleri Reisliğidir.[20]

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kuruluş Amacı:

“Türkiye Cumhuriyeti’nde muamelât-ı nasa/insanların muamelelerine [21]  dair olan ahkâmdan maada,

* İtikadat/inanç ilkelerine ve ibadata /ibadetlere dair bütün ahkâm/hükümler ve mesâilinin/meselelerinin tedviri /yönetimi ve  

* Müessesatı diniyenin/dini kurumların idaresi için Cumhuriyetin makarrında/başkentinde Bir Diyanet İşleri Reisliği makamı tesis edilmiştir/kurulmuştur.

Kuruluş Kanununa göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nın birincil görevi, halka İslam’ın iman, ibadet ve ahlak esaslarını, ilkelerini dinin kaynağı Kur’an’a göre anlatmak, açıklamak, çağrıda bulunmak, tebliğ etmek oluyor.

(b) Kur’an’da Dine Çağrı Ne İle Nasıl Yapılması Öneriliyor?

Rabbinin yoluna, haksızlık, bozgunculuk ve kargaşayı engellemek için konulmuş kanun, düstur ve ilkelerle ve güzel öğütle çağır! Ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz Rabbin Kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, kılavuzlandıkları doğru yolda olanları da en iyi bilendir.”(Nahl/125)

Bu ayette Elçi Muhammed’e hitap edilmiş ve kendisine Allah yolunda nasıl bir davet/çağrı yöntemi izlemesi gerektiği bildirilmiştir. Bu buyruk aynı zamanda dine çağrıda bulunacaklar için de geçerlidir. Yüce Allah’ın bu konuda uyulmasını istediği davet metodu, insanların İslam’a hikmetle ve güzel öğütle davet edilmeleri, kendileriyle en güzel bir biçimde mücadele edilerek hakka çağırılmaları metodudur.[22]

Davetin hangi yöntemle yapılması gerektiği açıklanan bu ayetten sonra, insanlar ne ile İslam’a çağrılacakları bir başka ayette açıklanmıştır.  Rabbimiz Kur’an’da büyük cihadın[23], yani insanlara çağrının, çağın kitle iletişim araçlarıyla Furkan /Kur’an  ile yapılmasını emretmiştir. Kur’an’ın öğüt oluşunu da yüzlerce ayette bildirmiştir:

Öyleyse kâfirlere; itaat etme ve Furkân (Kur’an) ile onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihat yap, uğraşı ver!”(Furkan/52)

Davet şekli, yolları ve malzemesi Kur’an’da hep gösterilmiştir. Emredildiği üzere “en güzel şekilde mücadele”, kırıcı olmadan, yumuşak sözlerle, kötülüğe karşı iyilikle karşılık vererek, bilgi ve bilimsel verilerle ortak değerlere dikkat çekmekle ve sabırla yapılabilir.[24] Davetin böyle olması gerektiği Kur’an’da yer alan  konuyla ilgili birçok ayetten de anlaşılmaktadır.

Mustafa Kemal Atatürk, “Dinde Öze Dönüş Projesi” ile Diyanet İşleri Reisliği’nin oluşturulması ve Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesini gerçekleştirmek istediği, Dini Kur’an, Kur’an’ı İslam yapmaktı. Yani Müslüman olmak isteyenler için mezhep, tarikat, cemaat ve benzerlerine biat ederek değil, Kur’an’a göre Müslüman olmalarının yolunu açtı. Diyanet bu iş için kuruldu. Diyanet’i, önceki dönemlerde görünen, bilinen herhangi bir itikadi, fıkhi mezhebin yönetimi ve çağrı merkezi olarak kurmadı. Bunun böyle olmadığının en önemli kanıtı ise, Türkiye Cumhuriyeti’ni Laikleştiren yasaların kronolojik sıralamasıdır.

6. Türkiye Cumhuriyetini Lâikleştiren Yasalar

3 Mart 1924’te “Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar” olarak da adlandırılan üç yasa T.B.M.M.’de kabul etmiştir. Bunlar:

(1) 429 sayılı Şer’iyye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekâletinin Kaldırılmasına dair kanun,

(2) 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu,

(3) 431 sayılı (Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın Türkiye Cumhuriyeti Toprakları Dışına Çıkarılmasına Dair Kanun) yasalardır.

429 ve 431 sayılı yasalarla hem Halifelik hem de Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılmıştır. Ayrıca eğitimi laikleştiren 430 sayılı “Tevhid-i Tedrisat (öğretimin birleştirilmesi)” yasası da aynı gün çıkarılmıştır. Bu yasa ile birlikte mektep ve medrese ikiliğine son verilmiş, eğitimde birlik sağlanmıştır.[25]

Bu yasalar özellikle, halifeliğin kaldırılması laiklik yolunda önemli bir adımdır.

(4) İsviçre Medeni Kanunun Türk toplumsal hayatına uyarlanması şeklinde hazırlanan Türk Medeni Kanunu’nun kabulü ile Türkiye’nin laikleştirilmesi bakımından en önemli adım 1926 yılında atılmıştır. Bu kanun Borçlar Kanunu ile birlikte 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.[26]

(5) 2 Eylül 1925 tarihli din görevlilerinin kılık-kıyafetine ilişkin kararnamede “biçimsel bir laiklik düzenlemesi” olarak kabul edilebilir.

(6) 30 Kasım 1925 tarihli 677 sayılı yasa ile dinsel kimi unvanlar, türbe ziyaretleri de yasaklanmıştır.

İşte 30 Kasım 1925’te kabul edilen bu yasayla tekke, zaviye ve türbeler kapatıldı; türbedarlıklar ile şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik vb. birtakım unvanlar kaldırıldı.

(7) 9 Nisan 1928 tarihli Anayasa değişikliği ile Anayasa’nın 2. maddesindeki, devletin dininin İslâm olduğu hakkındaki hüküm kaldırılmakla artık laiklik ilkesi benimsenmiş olmaktadır.

(8) Yine aynı değişiklik sırasında 16 ve 38. maddelerde yazılı ant içme biçimindeki “Vallahi” sözcüğünün kaldırılması ile parlamentoda dinsel ant içme sona erdirilmesi.

(9) T.B.M.M.’nin görevleri arasından “ahkam-ı şer’iyenin tenfizi” hükmünün kaldırılmasıyla da gereken bütün anayasal düzenlemelerin laiklik doğrultusunda tamamlanmıştır.

(10) Ayrıca 1 Kasım 1928 tarihli ve 1353 sayılı yasayla, yeni alfabenin kabulü, Arap harflerinin ilgası da aynı yönde olumlu bir gelişme olmuştur.[27]

(11) 8 Nisan 1924’de Şer’iye Mahkemelerine son verilmesi, Yargıtay’ın Şer’iyye Dairesinin kaldırılması da hukuk ile ilgili önemli düzenlemelerden biridir.

Cumhuriyet Halk Partisi’nin 10 Mayıs 1931 tarihinde toplanan üçüncü büyük kongresinde partinin programında “altı ilke” yer almıştır. Böylece laiklik resmi ideolojinin bir parçası haline getirilmiştir. Bu ilkenin açıklamasında “Laikliğin dinsizlik anlamına gelmediği; vicdanlara karışılmayacağı, fakat dünyevi düzenlemelerde modern ihtiyaçlara göre davranılacağı” resmen belirtilmiştir.[28]

5 Şubat 1937’de yapılan Anayasa değişikliği ile “laiklik” bir ilke olarak Anayasa’da yerini almıştır. Bu ilke, 1961 Anayasa’sı ile yürürlükteki 1982 Anayasa’sında da temel ilkelerden biri olmuştur.

Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında Diyanet’in kurulduğu ortamı, amacı, ilkeleri, şartları ve benzer durumları hatırlamak, toplumumuza günümüzde çok şey kazandıracaktır.

Yazıyı, David Lloyd George’un 1923 yılında, yani Cumhuriyetin kurulduğu yılda İngiliz Lordlar Kamarası’nda yaptığı konuşmadan kısa bir bölümle tamamlayalım.

“Şimdi Türkler bir devlet kurdu. Timur gibi zalim bir asker, Türkleri yeniden diriltti. Ancak kutsal amaçlarımızdan vazgeçmeyeceğiz.

Biliyoruz ki Türkler, ne olduğunu bilmedikleri bir dine inanıyor.

İşte Türkleri bu dinle, yani İslam ile yıkacağız. Bilinçli ya da bilinçsiz olarak bütün imamların bizim amaçlarımıza hizmet etmesi gerekiyor. İngiliz İstihbaratının birinci görevi budur.

Atatürk’ü bir kez daha rahmet ve minnetle anmak insani, vicdani ve imani bir borçtur.

***

Kaynakça

[1] Mustafa Kemal ATATÜRK, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Ankara, 1977, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, cilt: II, s.139.

[2] Prof.Dr. Enver Ziya KARAL, Atatürk’ten Düşünceler, Ankara, 1969, 3.Baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, s.65-66.

[3] Hâkimiyeti Milliye, 21 Mart 1923; Sadi BORAK, Atatürk ve Din, İstanbul, 1962, s.33; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1971, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, s.66-71; Dr. Bekir BİÇER, Modernist Müslüman Mustafa Kemal, Ankara, 2008, Ebabil Yay., s.257-261.

[4] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, cilt: II, s.149.

[5] Durmuş KORAY, Neden Atatürk-Niçin Laiklik, İstanbul, 2003, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, s.478.

[6] Ahmet HİLMİ, İslâm Tarihi Hz. Peygamberden Zamanımıza Kadar, İstanbul, 1994, Ötüken Yayınevi, cilt: II, s.259.

[7] Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam/Kur’an Kültürü, İstanbul, 2013, 2.Baskı, Togan Yayınları, s.69; s.76.

[8] ATATÜRK’ÜN Söylev ve Demeçleri, cilt: II, s.148-150; Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s.36-37.

[9] Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s.81-82; Prof.Dr. Utkan KOCATÜRK, Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, s.206; Ahmet GÜRTAŞ, Atatürk ve Din Eğitimi, Ankara,1997, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayını, s.34.

[10] E. Tümgeneral Turhan OLCAYTU, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne Yaptı? İnkılâbımız, İlkelerimiz, İstanbul,1973, 4.Baskı, Okat Yayınevi, s.12.

[11] Sadi BORAK, Atatürk ve Din, s.37; Prof.Dr. Enver Ziya KARAL, Atatürk’ten Düşünceler, s.73-74.

[12] Prof.Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Türkiye’yi Kemiren İhanet Allah İle Aldatmak, İstanbul, 2008, Yeni Boyut Yayınları, s.345.

[13] Mustafa İSLÂMOĞLU, Hayat Kitabı KUR’AN Gerekçeli Meal-Tefsir, İstanbul, 2013, s.624.

[14] Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam/Kur’an Kültürü, s.35-36;

Mustafa SAĞ, Dini Atatürk Gibi Anlamak, İstanbul, 2006, s.59-60.

[15] Sedat ŞENERMEN, Gazi Mustafa Kemal’in İslam/Kur’an Kültürü, s.78.

[16],  [17] Osman ERGİN, Türk Maarif Tarihi, İstanbul, 1977, c.5, s.1957; s.1950.  

[18] Cemal KUTAY, Osmanlı Olmasaydı, İstanbul, s.89.

[19] Dücane CÜNDİOĞLU, Türkçe Kur’an ve Cumhuriyet İdeolojisi, İstanbul, 1988, Kitapevi Yayınları, s.188-191.

[20] 26 Recep 1342 ve 3 Mart 1340 Meclis Heyeti Umumiyesince kabulü: İkinci içtimaın birinci celsesinde Cumhuriyet riyasetine tebliği: 3 . III. 1340 tarih ve 2/303 No. lu Tezkere ile Bcıayi neşir ve ilân kanunun Başvekâlete tebliğ edildiğini müş’ir Cumhuriyet Riyasetinden mevrut tezkerenin tarih ve numarası : 3 . III. 1340 ve 6/245 Müzakeratı ihtiva eden sabit ceridelerinin cilt ve Cilt Sayfa numaraları: 7 19,23:26  

[21] Muâmelât: Muâmele sözcüğünün çoğulu olan muâmelât, geniş anlamıyla “fıkhın ibadetler dışında kalan kısmını”, dar anlamıyla daha çok “mal varlığına ilişkin hükümleri” ifade eden kavramdır. (Bilal AYBAKAN, “Muâmelât”, TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2020, cilt.30, s.316-317.)

[22], [24] Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.5, s.511; s.513.

[23]a Cihad: “İslâm davası yolunda elden geleni yapmak, bu dava için tüm imkân ve kaynakları; bilgiyi, kalemi, medyayı, malı, mülkü seferber etmek” şeklinde tanımlamak mümkündür.

Furkân/52. ayette Rabbimiz, Elçisi Saygıdeğer Muhammed’e (saygı, sevgi ona), Kur’an ile büyük bir cihad yapmasını emretmektedir. Yani Allah’ın Elçisi cihadında silâh olarak Kur’an’ı kullanacaktır. Diğer bir ifade ile söylenecek olursa, Elçi, Kur’an’dan başka silâh kullanmayacaktır. Demek ki; küfrü, şirki, nifakı yıkmak için en etkin silâh Kur’an’ın içerdiği mesajlardır. Tarihe bakıldığında da aynen böyle olduğu görülmektedir.Cihad kılıçla değil, kalemle, yani kitle iletişim araçları kullanılarak Kur’an’la yapılmalıdır. (Hakkı YILMAZ, Tebyinü’l-Kur’an /İşte Kur’an, İstanbul, 2015, c.2, s.622.)

[25] Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Hazırlayan: Reşat GENÇ, Ankara, 1988, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.1. 

[26] Prof.Dr. Turhan FEYZİOĞLU, “Türk İnkilabının Temel Taşı Laiklik”, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (Kitabı içinde), Ankara, 1999, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.256.

[27], [28] Prof.Dr. Ahmet MUMCU, “Cumhuriyetin İlk Dönemlerinde Laiklik”, Atatürk Düşüncesinde Din ve Laiklik (Kitabı içinde), Ankara, 1999, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, s.330; s.332.   

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.