SON DAKİKA
Hava Durumu

Sağlığa bulaşan virüs!

Yazının Giriş Tarihi: 20.12.2021 07:41
Yazının Güncellenme Tarihi: 20.12.2021 07:41

1961 Anayasası’nda “her vatandaşın tıbbi bakım alması ve sosyal güvenlik hakkının karşılanması devletin ödevi olarak” tanımlanıyordu.

Lakin 12 Eylül Darbesi’nin ardından Kenan Evren’in Türk halkına dayattığı 1982 Anayasası’nda bu hüküm değiştirildi. “Sağlığın korunmasını kamu ve bireyin birer ödevi olarak” tanımlayan 1982 Anayasası, devletin sağlıktaki görevini; “resmi sağlık kuruluşlarıyla özel kurumların denetlenmesine” indirgiyordu.

***

Zaten darbenin asıl amacı “sağlıkta olduğu gibi kamu hizmetlerini piyasalaştırmak” değil miydi?

Elbette ki öyle idi. “Karar alma yeteneği” zamanla üye olunan IMF, Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü ve AB gibi ulus üstü kuruluşlarla kısıtlanan Türkiye, 1980’deki askeri darbeyle kapitalizmin “neoliberal versiyonunun pazarı” haline getiriliyordu.

Nitekim kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması operasyonu kapsamında;

765 sayılı TCK'nin "devlet kuvvetleri aleyhine cürümler" başlıklı 146. maddesi uyarınca “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan” Darbeci Evren’in araladığı kapı, sağlıkta 2003’te Bakanı Recep Akdağ’ın reform olarak sunduğu kısa adı SDP olan “Sağlıkta Dönüşüm Programı”yla sonuna kadar aralanıyordu.

Kapıyı aralayan ve açanın ideolojik duruşları farklı da olsa aynı amaç uğruna attıkları adımı nasıl yorumlamak gerekir bilmiyorum ama SDP ile “sosyal devlet anlayışının sınırlandırılması, sağlıkta oluşan mali yükün ilerleyen yıllarda tamamen vatandaş tarafından karşılanması” hedefleniyordu.

***

Peki SDP ile geçen yıllarda “Türkiye ne kazandı, sağlıkta neler değişti ve bugün neyle karşı karşıya?” 

2002 ila 2019 yıllarını mukayese edecek olursak;

Türkiye’de 2002’de 91 bin 949 olan hekim sayısı 160 bin 810’a, 16 bin 371 olan diş hekimi sayısı 32 bin 925’e, 72 bin 393 olan hemşire sayısı 198 bin 103’e ulaştı. 774 olan devlet hastanesi sayısı 895’e, 50 olan üniversite hastane sayısı 68’e, 271 olan özel hastane sayısı 575’e, 101 bin 394 olan devlet hastaneleri yatak sayısı 143 bin 412’ye, 26 bin 341 olan üniversite hastaneleri yatak sayısı 42 bin 925’e, 12 bin 387 olan özel hastane yatak sayısı 51 bin 167’ye çıktı…

Tüm kurumlarda 2002’de 2 bin 214 olan yoğun bakım yatak sayısı, 2019’da 39 bin 955’e ulaştı.

Yine Türkiye’de ortalama yaşam beklentisi erkeklerde 75.9, kadınlarda ise 81,3’e çıkarıldı. 1999’da 42.2 olan “her bin canlı doğumda bebek ölüm hızı” 2019’da 9’a kadar düşürüldü.

Nitekim bu istatistikler iktidar ve Türkiye için oldukça kıymetli idi ve her seçim döneminde sonucu etkileyen önemli bir argüman olarak kullanıldı.

***  

Lakin bir gerçek var ki;

O da bu “yatırım atağı, personel açığını kapatma politikası ve hizmet performansı” Türkiye’nin sağlıkta gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı kapatmaya yetmiyordu.

Rakamlar ortada;

Bugün 100 bin kişiye düşen hekim sayısının OECD ortalaması 348, Türkiye’de 193...

100 bin kişiye düşen diş hekimi sayısının OECD ortalaması 70, Türkiye’de 37… 100 bin kişiye düşen ebe-hemşire sayısının OECD ortalaması 938, Türkiye’de 306,

10 bin kişiye düşen yatak sayısının OECD ortalaması 46,9, Türkiye’de 28.6…

Bu verilerin yanı sıra;

Türkiye’de 2002’de 481 dolar olan kamu-özel kişi başı sağlık harcaması 2019’da bin 323 dolara çıktı. 2020 verilerine göre OECD ülkelerinden ABD’de bu rakam 10 bin 637, Almanya’da ise 6 bin 224 dolar olarak gerçekleşti.

2002’de 95 dolar olan vatandaşın cebinden yaptığı kişi başı yıllık sağlık harcaması 2019’da 221 dolara ulaştı.

Bizim “bir başarı olarak alkışladığımız” Türkiye’de her bin canlı doğumda 9’a düşürülen bebek ölüm hızı, 2018 OECD verilerine göre Almanya’da 3,4 İspanya’da 2,7 ve Norveç’te 2,2 olarak kayıtlara geçti.

***

Vatandaşın bu tabloyu nasıl gördüğü veya nasıl algıladığı da memnuniyet anketlerine yansıyor. SDP’nin uygulamaya girdiği 2003’te yüzde 39,5 olan sağlık hizmetlerinden vatandaş memnuniyet oranı, 2016’da 75,4 gibi yüksek bir yüzdeye çıkıyordu.

Ancak dikkat çeken önemli ayrıntı 2016’dan 2019’a gelindiğinde vatandaş memnuniyet oranının yüzde 67,1 gerilemesiydi. Belki bu duruma “bugünkü ekonomik tablo veya küçük küçük vatandaşın cebine yansıtılan sağlık masrafları neden olmuş olabilir”, lakin yapısal reform olarak sunulan Sağlıkta Dönüşüm Programı, dikkate alınması gereken eleştirilerin hedefinde…

Bu eleştirileri özetleyecek olursak;

İlaç fiyatlarında ve hastane ödemelerinde yaşanan gecikmeler, sermayenin ekonomik gücü karşısında işçi, memur, emeklileri koruyan düzenlemelerin zamanla ortadan kaldırılacak olması, sağlık hizmetlerinin piyasalaştırılması ve hastanelerin kar amacı güden ticari işletme kimliği kazanması, salgın döneminde daha da önem kazanan sağlık hizmetlerinin sunumunda doktor, hemşire, ebe, memur ve hizmetli sayısındaki açık gibi personelin ülke geneline dağılımı, sağlık emekçilerinin sosyal hak taleplerinin tam anlamıyla karşılanamaması mevcut sistemi tartışılır hale getirmiş durumda.

***

Malum olduğu üzere geçtiğimiz günlerde; TBMM gündemine gelen doktor ve diş hekimlerine yönelik ek gösterge ve ek maaş düzenlemesinin komisyona geri çekilmesi üzerine hekimler, Türkiye genelinde greve gitti. Sağlık emekçilerinin de destek verdiği bu Anayasal tepkiyi hükümet nasıl değerlendirecek” bekleyip göreceğiz.

Ancak hekim camiası öncelikle SDP’yle birlikte uygulanmaya geçen “Performansa Dayalı Ödeme Sistemi”nin doktor-hasta ilişkisini ticari bir yapıya dönüştürmesine itiraz ediyor. SDP’nin neden olduğu politik hataların doktor ile hastasını karşı karşıya getirdiğine, bu ilişkinin her geçen kötüleştiğine ve en nihayetinde artan şiddet olaylarına zemin hazırladığına inanıyorlar.

Kaldı ki zaman zaman yapılan araştırmalar hekimlerin yüzde 70’inin hastalarından bir şekilde şiddet gördüğünü anlatmaya yetiyor.  

***

Yine SDP ile “çalışma saatlerinin uzaması” en büyük şikâyet konularının başında geliyor. Aile hekimleri haftada 59 saat, uzman hekimler 68 saat mesai yaptığını ifade ediyor. Gerçekten de Türkiye’de 2002’de 208 milyon 966 bin 049 olan tüm kurum türlerinde toplam hekime müracaat sayısının, 2019’da 812 milyon 903 bin 622’ye (diş hekimleri hariç) ulaşması doktorlarımızın ve bütün sağlıkçıların nasıl bir sağlık hizmeti talebiyle boğuştuklarını anlatmaya yetiyor.

Hele son dönemde intihar vakalarıyla da gündeme gelen hekimler, SDP ile piyasalaştırılan ticari sağlık düzeninin bir parçası olmayı kabullenmiyor, güvenli iş ve gelecek konusunda kaygılarını dile getiriyorlar.

Öyle ki hekimlerin özlük haklarında hala iyileştirme yapılmamış olması, emekliliklerine de yansıyacak şekilde uygun maaş verilmemesi, milletin sağlığını dert edinmelerine rağmen bir milletvekili, bir hâkim ve bir savcı gibi tamamı devletçe karşılanan sağlık güvencesinden yoksun olmaları, yıpranma payı gibi bütün sağlık emekçilerinin hakkı olan bir talebin karşılanamaması ve mevcut sistemin saygınlıklarını zedeliyor olmasını da itiraz ediyorlar.

SDP’nin birey ve toplum sağlığını ayrı ayrı bölümlendirmiş olması da başka bir sorun başlığını teşkil ediyor. Doktor çalışma tercihinin giderek azaldığı koruyucu sağlık hizmetlerinin aksaması bir yana, aile hekimlerinin “angarya” olarak tabir edilen ve meslekle hiç ilgisi olmayan işlerle meşgul olması da ciddi bir motivasyon kaybına neden oluyor.  

***

Özetle;

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün gözünü kırpmadan sağlığını emanet edip, güvenini dile getirdiği,

Bu topraklarda 100 yıl önce verilen Kurtuluş Mücadelesinde Tıbbiyeli Hikmet ile simgeleşen/devleşen Türk Hekimi ve Türk Sağlıkçısının, 100 yıl sonra emperyalist düzenin çarkında öğütülüyor olmasını “bu ülkenin vatandaşıyım” diyen hiçbir vicdan kabul etmez/edemez…

Kaldı ki “Hangi istiklal vardır ki, yabancıların yapısal reform gibi nasihat ve planlarıyla yükselebilsin?”

Şu haliyle küresel müesses nizamın bize dayattığı sağlık dahil her başlıkta yapısal reformlar, Türk milletini hasta eden virüsten başka bir şey değil…

Dolayısıyla;

Bugün Türk Devleti, 1960’tan bu yana memleketin kanını emen küresel ekonomik düzeni nasıl reddediyor ve bir çıkış yolu arıyor/yeni bir modelde ısrar ediyorsa,

Aynı şer aklın ürünü olan, vatandaşı gibi sağlık emekçisini sömüren, evrensel bir insan hakkı ve ihtiyacı olan sağlığı kazanç kapısı haline getiren mevcut sağlık sistemini de reddetmesi gerekmiyor mu?

Bu düzen ilerleyen yıllardaki “muhtemel özelleştirmeler” gibi “tamamen vatandaşın sırtına yüklenecek sağlık harcamaları” ile toplumsal huzuru ve barışı sarsmayacak mı?

***

Hal böyle iken;

Bugün yöneticilerini ve ofislerini “diplomatik misyonla” koruma altına aldığımız küresel müesses nizamın bir kuruluşu olan Dünya Sağlık Örgütü’nün aklıyla yol yürümenin Türkiye’nin sağlığına nasıl bir faydası olabilir…

O yüzden diyorum ki;

Devleti ve milleti “sömürgelikten” kurtaracak, eğitiminden yatırım planlamasına, ilaçtan tıbbi cihaza tamamen yerli ve milli bir anlayış üzerine inşa edilecek Türk Sağlık Sistemi, sağlık çalışanları gibi bu ülkenin bütün vatandaşlarını mutlu edecek, aidiyet hissini daha da pekiştirecektir.

Haksız mıyım?

***

Not:

Bu yazıda kullanılan rakamsal veriler, Türkiye Cumhuriyeti Sağlık Bakanlığı 2019 Sağlık İstatistik Yıllığı’ndan alınmıştır.

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
Yükleniyor..
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.