Lamı cimi yok, Bolu’daki son felaket/toplu cinayet de gösterdi ki bu ülkede uzun yıllardır yanlış bir hayat yaşanıyor.
Yanlış düşünüş, yanlış inanış, yanlış duruş, yanlış iman, yanlış ahlak, yanlış edep, yanlış siyaset, yanlış ekonomi, yanlış eğitim, yanlış adalet.
Hepsinin toplamı eşittir yanlış bir hayat.
Zaten toplum fıtratına, ihtiyaçlarına ve ortak akla uygun yasa, düzenleme ve uygulama yapılamayınca, ortak akla uygun olanlara da uyulmayınca bu sonuç mukadder hale geliyor ve bireyler gibi toplumlarda hastalanıyor.
Bu hastalık; insanların akla ve fıtrata aykırı gelişmeler/felaketler karşısında hissettikleri acziyet duygusu ve bu duruma başkalarının da aciz oldukları için katlanmaya mecbur kaldığı ve tahammül etmeye çalıştığı halin adı.
Bu durum, sadece geçmiş ve hayal pazarlamakla, din temelli sabır ve şükür aldatmacasıyla örtülmeye çalışılırsa çalışılsın hastalık vücudu sarmış ve kemiriyor.
Empati duygusunu kaybederek zalimleşen soğuk, duyarsız, pişkin, her şeyde yetkili ama hiçbir şeyde sorumsuz yönetenlerin bu hastalığa ilaç/panzehir olarak verdikleri ise defolu ‘meseleleri geçiştirmek’’,’mış/miş’ gibi iyice çürütücü zehir.
Halimiz aynen başkalarının kendisini görmemesini isteyen bir çocuğun gözlerini kapatmasına benziyor.
Hâlbuki gerçekler ortada.
İktidarın 2016, 2017 ve 2018 yıllarında ‘’verin yetkiyi, görün etkiyi’’ diyerek 2020’li yıllarda dünyanın ilk 6 ekonomisi arasına girileceği ve kişi başı gelirin 20 bin dolara çıkacağını vaat etmesi üzerinden nerdeyse 10 yıl geçmiş.
Yoksulluk, yasaklar ve yolsuzluğun kökünün kazınacağı sözlerinin üzerinden ise 23 yıl geçmiş.
Hani nerede söylenenler?
Sadece koca bir yokluk ve gittikçe derinleşen sefalet ve de her geçen gün devlet olma vasfını kaybeden bir devlet.
Buna rağmen masal dinlemeye, vaatlere, hayallere dalmaya ve gözlerimizi kapamaya devam.
***
II. Dünya Savaşı dâhil tarihin en bunalımlı dönemini yaşıyor ülke.
Tartışmalı TÜİK verilerine göre bile bırakın yoksulluğun kökünün kazınmasını, 15 milyon açlık sınırının altında, 40 milyonda yoksulluk sınırı altında yaşıyor.
Altın saatlere, bakanlığına kendi şirketinden dezenfektan satan bakana, belediye yanlışlarına, ayyuka çıkan ihale ve imar istismarlarına, türlü yolsuzluklara yönelik olarak tek bir belediye başkanı, bürokrat, siyasetçi yargıya intikal ettirilmediği gibi bu alanda dünyada zirveye oynuyoruz.
Her yerde, toplumu çürüten ‘yolsuzluk yapan bizdense sorun yok’ anlayışı egemen olmuş.
Bu durumun hem iktidar hem de muhalefet için geçerli olması, ülkemiz adına umut kırıcı.
Anlaşılıyor ki siyaset erbabının “Türkiye” diye bir dertleri kalmamış. Koltuk ve ikbal için her şeyin mubah görüldüğü ve ülkenin hızla karanlık bir hale getirilmesindeki katkılarının hala devam etmesi, maskelerini düşürecek cinsten.
Yasaklarda ise ‘bana serbest sana yasak’ uygulamalarıyla çifte standartta çığır açıldı. Hukuk ve yargı, vatandaş, gazeteci ve muhalefet üzerinde susturucu ve sindirici bir sopaya dönüştü.
Demokratik yoldan mücadele etmeyi bile zorlaştıran bu gerçekliklere rağmen toplumun boynu bükük sessizliği ve her türlü olumsuzluğu kabullenişinin sebeplerini ararken aklıma İspanyol ressam Goya’nın ‘’ Aklın uykusu canavarlar yaratır’’ isimli tablosu ile Alman şair B. Brecht’in ‘’ Belli boyutlara ulaştığında ahmaklık görünmez olur’’ cümlesi geliyor.
Goya, yaşadığı dönemde mevcut durumun karanlığını kendi sanat diliyle çok güzel aktarmış. Vurguladığı husus; bizi biz kılan niteliğin, aklımızın düşünme cesareti olduğu.
İnsanların öğünlerinde aklı kullanmaması onları yem haline getirecek ve şeytani metaforları yeterince besleyecektir.
Yani dönüp dolaşıp her iş akletmeye geliyor.
Akletmeyen ve akletmediği için ahmaklaşma mekanizmasına teslim olan toplumun da sızlanmaya hakkı olamaz.
Allah’ın buyruklarında; aklın kullanılmaması halinde pislik ve belaların akacağı yönündeki uyarısı ile akletme/düşünme/ibret alma emrini, Kur’an’da 700’e yakın ayette ısrarla tekrarlamasının hikmetini sürünerek, yanarak, ölerek görüyoruz zaten.
***
Teknik bir terimle ifade etmek gerekirse bize bir kalibrasyon gerekiyor. Yani normal üretim değerlerinin dışına çıkan bir mekanizma/organizmanın tekrar özgün değerlerine göre ayarlanması.
Bu tepeden tırnağa yanlış hayatı ancak bu milletin özgün değerlerini, toprağın altına gömülmüş medeniyet genetiğini ortaya çıkararak düzeltmek mümkün.
Başka çare var mı?
Yayına başladığı ilk gün olan 29 Ekim’in anlamı ile duruşu ve sorumluluğunun ne olduğunu ilan eden SözBursa’nın bu ilkesel çerçevesinde düşüncelerimi paylaşma fırsatı bulmak onur verici. Türkiye’nin en iyi yerel tarih ve kültür dergisi Şehrengiz için hazırladığım söyleşiler ve Yen
Hala, acaba üzerlerinden nasıl siyasi çıkar/fayda devşirilir ve devam ettirilir oportünist (fırsatçı) anlayışı ile Cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk tartışılıyor, tartıştırılıyor. Özellikle 1946 sonrası çaktırmadan yapılan, son 20 yılda ise her milli ve önemli günde yazılı, görsel ve sosyal
Çok ilginç değil mi? Büyük Selçuklu Devleti devam ederken, Anadolu Selçuklu devletini kuran Süleyman Şah’a övgü, Anadolu Selçuklu Devleti, Moğol müdahalesi sonucu yıkıldığında, yıkılan devletin temellerinden yeni ve diri bir Türk devletini kuran, Selçuklu uç beyi Osman Bey’e övgü, Ama
Anadolu’da bilinen bir atasözüdür: ‘’Ay var yılı besler, yıl var günü beslemez’’ Tam da ülkemiz de yaşananlara uygun. Bırakın son 40 ya da 20 yılı sadece son bir aya, bir haftaya, bir güne bakmak bile, yılların günü beslemediği resmini veriyor. Ya da tersi. Netic
Ülke olarak yaşadıklarımız, Temel’in mezar taşındaki yazıyı hatırlatıyor; ‘’İyisin dediniz, iyisin dediniz, peçi bu ne?’’ Yani, ‘’iyi demekle, çok iyiyiz demekle iyi olunmuyor, olunamıyor’’ ve korkunun da ecele faydası olmuyor. Her açıdan du
İsabetli yorumlar olmuş